365 yazı ve ben

365 yazı ve ben

29 Aralık 2011 Perşembe

INSAN


Bu satırları içimdeki umut ve heyecan hissiyle yazıyorum. O kadar heyecanlıyım ki ve içim o kadar umut dolu ki şu anda. Bunu nasıl tarif edeceğimi bile bilmiyorum. Tarifi imkansız bir şey bu çünkü. Yaşamak lazım bu hissi. Böyle kafamda o kadar büyük bir ampul yandı ki ! Kocaman bir ampul ile sanki sorunlarımın yarısı aydınlandı gibi. Neden bazı şeyleri, bazı duyguları yaşayıp durduğumu görebilmem için bu ampulün beni aydınlatması gerekiyormuş demek ki…
Hayatımızda olan her insanın bizler için bir amacı vardır. Biz onları görebildiğimiz sürece onlar bizlere her an yeni şeyler öğretirler. Çünkü karşımızda olmalarının, hayatımıza girmelerinin bir amacı vardır. Hiçbir şey tesadüf değildir hayatta. Hiçbir zaman öylesine, amaçsızca bir insanla tanışmayız. Her tanışmanın, her karşılaşmanın bir amacı vardır. Görebildiğin sürece elbet !
Her öğlen yemek yediğiniz aynı yerde sizin birkaç masa ötenizde bir kadın oturuyordur. Uzun bir zaman boyunca onu fark etmezsiniz bile, belki o da sizi fark etmemiştir. Bu öğlen yemekleri o kadar çok olmuştur ki, artık göz aşinalığınız başlamıştır. Ve gel zaman git zaman selamlaşmaya başlamışsınızdır artık. Bir gün masanıza davet edersiniz. Ve size büyük bir kapıyı açacak bir insanı da hayatınıza davet etmiş olursunuz. Güzel öğlen yemekleri yersiniz birlikte. Her tür konudan bahsedebildiğiniz bir öğle yemeği arkadaşınız olmuştur artık, yeni bir insan hoş gelmiştir hayatınıza.
Bu insan size öyle şeyler katar ki düzinelerce kitabın içinde arasanız bulamazsınız. Bazen size ayna tutar. Sizin ve etrafınızın farkına varamadığınız bir yönünüze objektif bir şekilde ışık tutar. Hiç bilmediğiniz bir şeyi ortaya çıkartır. Bazen bir fal bakar, baktığı falda öyle şeyler söyler ki suratına karşı “oha “ diyebilecek kadar kabalaşabilirsiniz.  Bazı günler onunda, seninde sessizliğe ihtiyacınız olur. Karşılıklı havadan sudan birkaç cümle kurar yemek boyunca etrafa bakınırsınız. Bazı günlerde öyle bir muhabbete dalarsınız ki, yemek saatinizin bitmesi size işkence gibi gelir.
Hayatınızı derinlemesine bilmez bu arkadaşınız, sadece yüzeysel bilgiler verirsiniz çünkü karşılıklı birbirinize. Ama öyle bir cümle kurar ki. Bu güne kadar size hiç söylenmemiş bir gerçekliği gözünüze sokar belki de.  
Etrafınıza iyi bakınız. Gördüğünüz, selamlaştığınız , muhabbet ettiğiniz insanlara dikkatlice bakınız. Onların size söyleyeceklerini dikkatle dinleyiniz. Çünkü o cümlelerden birinde sizin için çok büyük bir anahtar olabilir. Yeni olan bu kapının anahtarı o kişide olabilir. Ve onu dikkatlice dinlerseniz eğer size vereceği mesajı algılayabilirseniz eğer çözüme daha çok yaklaştığınızı da hissedebilirsiniz.
Yine bir öğlen yemeği sonrasındayım. 1 aydır yemek arkadaşım buralarda yoktu. 26 yaşında yeni kanser olan oğlunun yanına gitmişti. Oğluna destek olmak ve tedavi sürecinde yanlarında olmak için yoktu buralarda. Ve bugün geldi. Özlemişiz birbirimizi, Her zamanki performansıyla benim kafamda yanan ampulümle işe geri dönmemi sağladı. Oda benim enerjimden keyif aldığını ve bu yemeklerin ona çok iyi geldiğiniz söyler her zaman. Karşılıklı o kadar güzel bir alış-verişimiz oluyor ki ! Bundan dolayı şükrediyorum. Etrafımda bana bir şeyler katan insanların olmasından dolayı Teşekkür ediyorum…
C.Y.

BASLANGIC


Dün geceki kurgum:
Bir kitap düşünün. Kapağında kocaman harflerle ÖLÜM yazıyor. Kırmızı baskı ile kalın puntolarla yazılmış, sağında solunda da garip cümleler. Kitabı alıp okumaya başlıyorsun. Okurken garip bir korku ve ürperti hissediyorsun. Farklı bölümlere geçerken aynı yazı dizisini okuyorsun. Bölümler arası geçişlerde tek bir sayfa, Ölüm anını ve başına gelecekleri yazıyor şiirsel bir dille, ve diyor ki. Şimdi bir seçim yapmak zorundasın. Ya bu kitabı şimdi kapatıp, o çok haz etmediğin arkadaşına hediye ederek YAŞAMAYI seçeceksin. Ya da bu sayfaları okumaya devam edecek ve Ölümü tadacaksın…
Kitabı okurken ÖLÜMÜ iliklerine kadar hissediyorsun. Gözlerinin kapandığını ve en sevdiklerinin üstüne toprak attığı bölüme kadar yaşıyorsun. Defalarca hissediyorsun ölümü, Kitabı her elinden bıraktığında göz yaşların sel oluyor, daha önce hiç bu kadar kanırtarak, kendine bıçaklar saplayarak ağladığını hatırlamıyorsun ve uyku haline geçiyorsun. Ve her sabah yeniden doğmuş olarak hayatına yeniden başlıyorsun.  Kitabın son sayfalarına geldiğinde öğreniyorsun ki ölümler birbirlerine karışmış, Karakterlerin De javu yaşadıkları anların parçalarını birleştiriyorsun. 4 farklı karakter, hepsi farklı dönem ve farklı yerlerde yaşamışlar ve farklı şekillerde ölmüşler. Ama parçaları birleştirdiğinde o 4 kişinin aslında bir kişi olduğunu çözüyorsun. Ve sen 1 kişi olarak 4 kere ölümü deneyimliyorsun.Ve birleştirdikçe öğreniyorsun ki hayatta hiçbir şey sona ermiyormuş, Sadece her başlangıç bir ölümü, her ölümde bir başlangıcı getiriyormuş..
Yaşarken 1-2 dakikalığına kalbi durmuş ve kendini o masada ölü olarak görerek sonra hayata dönen insanlar var bu dünyada! Ve anlattıklarına göre ,daha önce hiç olmadıkları kadar mutlu ve huzurlu hissetmişler kendilerini o anlarda. 2. Hayatlarına başlarlarken suratlarındaki o duyguyu görebiliyorsunuz. Farklı bir insan olmuşlar, çünkü ölümü yaşamışlar bir kere !
Yaşarken, daha çok yaşamamızı sağlayan kitaplar var bu dünyada, Daha çok umut, daha çok pozitif düşünce, daha çok yaşam vaat eden kitaplar var. Ama yaşarken öldüren bir kitap var mı bilmiyorum? Böyle bir kitabın birileri tarafından yazılmasını istiyorum. Yaşarken ölümü sonuna kadar hissedebileceğimiz bir kitap olmalı. Huzura erebilmemiz için ölüm anımızı beklemek yerine o duyguyu bu hayatta yaşayabileceğimiz bir kitap olmalı...
İçimizdeki keskin kenarlarımızı törpüleyen, şımarık çocukluğumuzu, yanlış gençliğimizi, içimizdeki kötü karakterleri öldüren bir kitap olmalı. Ölümün mutlak bir son olduğunu, ama aslında en güzel başlangıç olduğunu hissedeceğimiz bir kitap. Kitabı okurken yılanın deri değiştirmesi gibi hissetmeliyiz, tüm sakladığımız eski ve kötü anılarımız bir bir gözümüzün önünden bir film şeridi gibi geçmeli, Onlar için dökmediğimiz göz yaşlarımızı sonuna kadar akıtmalıyız, Ve kendi ölümümüzü yaşadığımız için yaşadığımız her anın değerini sonuna kadar hissetmeliyiz…
Kendi ölümünü izlesen ve tamamiyle hissetsen ve uyusan. Sabah kalktığında farklı bir insan olmaz mısın ? Hayata baktığın pencerenin boyutu değişmez mi? O sabahın sonrasında şimdi kafana taktıklarını kafana takmaya devam eder misin ? Kafandaki ıvır zıvır kurgularını eski hararetiyle kurup kendine dert eder miydin ?
Bir kere ölmüş olsan şimdi çok farklı olmaz mıydın ? Ben olurdum !!
C.Y.

28 Aralık 2011 Çarşamba

KURGU


Belki yazacaklarım çok saçma şeyler olacak. Belki de bunları yazarak dillendirmemem gerekiyordur. Ama uzun zamandır içimde sorduğum sorular nedeniyle artık korkum farklı bir boyuta geçmeye başladı.
Sanırım beynim saçmalayama başladı. Belki de sorunsuz hayatıma yeni sorun üretmeye çalışıyordur bilmiyorum. Son zamanlarda çaktırmasam da Kanser olmaktan korkuyorum. Yatağıma yattığımda kendimi kanser hastası olarak düşünüyorum! Tedavilerimin ne kadar zor olduğunu hissediyorum! Yatak odamda uzun aylar yattığımı ve tüm arkadaşlarımla görüşmeyi kestiğimi hissediyorum! Ve bir gün tüm arkadaşlarıma haber vererek bir akşam yemeği organize ediyorum. Herkesin içinde olacağı şık bir yemek oluyor bu. Ben zar zor hareket ederek kuaföre gidiyorum, kendime çeki düzen vermeye çalışıyorum. Hangi arkadaşımın gelip beni evden arabayla alacağını bile kurdum kafamda! Sonra güzel bir akşam yemeği, herkes etrafımda, 2 kadeh beyaz şarap içiyorum! Özlemişim. Yanında da birkaç sigara, yapmamam gerek belki ama bunu yapmayı çok istiyorum. Zar zor konuşsam da tüm arkadaşlarımla muhabbet ediyorum. Onların hayatlarındaki değişiklikleri dinliyorum. Onları ne kadar çok özlediğimi ama neden onlarla görüşmekten vazgeçtiğimi yavaş cümlelerle anlatmaya çalışıyorum!
Hayatımın en güzel gecesini yaşadıktan sonra yatağıma yatıyorum. Ama ertesi gün ne olduğunu hiç bilmiyorum. İyileşiyor muyum bu geceden sonra, yoksa ölüm öncesi iyilik durumumuydu yaşadığım bilmiyorum. Ertesi gün ve gelecekle ilgili herhangi bir şey kurmuyorum. Sadece hastalık sürecimi ve o geceyi kuruyorum. Sonrasını neden kurmadığımı da bilmiyorum. Madem böyle bir şey kuruyorum. Neden kurgumun sonunu mutlu bir şekilde bitirmiyorum ki ? Bu düşünce kurgularımı son zamanlarda yatağımda yatarken çok fazla yaptığımın farkına vardım…
Algıda seçicilikte başladı. Hani ne hissedersen, ne düşünürsen onu çekersin ya! Şu tv deki reklamlar mı beni bu hale getirdi. O zor konuşan ve “geç kaldım” diyen adam mı beni bu hale getirdi, ya da radyoda sürekli yayınlana Anfizem hastalarının, hastalığın son evrelerinde nasıl zor nefes aldıklarını anlatmak için yapılan örnek uygulamamı bunları düşünmeme sebep oldu bilmiyorum. Ama kanser kelimesine karşı algılarımda bir seçicilik olduğu söz konusu, internette öylesine bakınırken genç yaşta kanserden ölen birilerini buluveriyorum. Ya da google’da kanser ile ilgili şeyleri araştırıyorum… Ortalama her gün en az bir kez kanser kelimesini kullanıyor ve düşünüyorum!
Çok saçma bir durumdayım. Ve bu durumumu çözemezsem kurgularımın gerçek olacağına inanıyorum. Sanki bir gün o geceyi yaşayacakmışım gibi geliyor.
Belki bu durum sigarayı bırakmam gerektiği içindir. Belki de bu kurmalarımın sebebi sigara içiyor olmamdır. Sigara paketinin üstünde, televizyonlarda, radyolarda, nereye bakarsam bakayım sigara içmenin kanser yapacağını görüyorum son günlerde. Sorun sigara içmenin öldürmesi değil kanser yapması benim kafamda. O kadar çok tekrar ediliyor ki, sigara içmek kanser yapar cümlesi her yerde. Benim beynimde sanırım buna artık inanmaya başladı. Kendi kendime telkin etmeye çalışıyorum. Sigara içen bir çok yaşlı var etrafta, 80 küsur yaşında hala sigara içiyorlar ve onlar kanser falan olmadılar, bir de sigara içmeyenlerde kanser oluyor demek ki sigara tetikliyor olabilir ama tam bir neden sayılamaz diye. Ama artık buna inancım azaldı demek ki, demek ki dış etkenler benim beynimi benim etkilemeye çalıştığımdan daha çok etkilemeyi başarmış bir kere !
Ah bu uygulamalar, ah bu görsel uygulamalar yok mu hayatımızdaki. Yeni yeni icatlar çıktı bunlardan dolayı. Bir şeyi o kadar güzel lanse edip her yerden o kadar güzel gözüne sokuyorlar ki, belli bir süre sonra “ Ben haksızım galiba, onlar ne derse o doğrudur diyebilecek duruma geldik”
Kısaca bu algımı değiştirmem gerekiyor. Değiştirmezsem eğer, bir gün kafamda kurguladığım her şey gibi bu da gerçek olabilir çünkü…
Belki de çok sevdiğim ve maalesef “bağımlı olduğum” sigarayı bırakma zamanım gelmiştir artık !
C.Y.

İC DÜNYA


Kendi sağlık sistemimle ilgili bazı şeyleri çözmüş bulunmaktayım. Hani insan kendini tanır ya artık ben de kendi sağlığımı tanıyorum. Ne zaman hasta olacağını, ne zaman olmayacağını biliyorum artık. Maalesef benim bünyem farklı şehir havalarında dayanamıyor. Ne zaman bir yere gitsem. Ne zaman kasabamın dışına çıksam dönüş yolunda hemen boğazımda o bildik gıcık hissi başlıyor. Çok şükür ki gittiğim yerde herhangi bir etkisi olmuyor. Ama dönüş yolu başladığı zaman benim vücutta tepki vermeye başlıyor işte.
Bu kasabada fırtınalı, yağmurlu havalarda saatlerce tekne üstünde mecburen oturmuşluğum vardır, Ayaklarım ıslak vaziyette uzun bir süre sürünebiliyorum. Bu sürünme dönemlerimin sonunda bile hasta olmuyorum. Ne zaman bir yol görse benim bünyemde “yuppii şimdi hastalık vakti diyor” sanırım.
Yine bir yolculuk dönüşü, hapşuruk krizleri, hınk hınk burun çekişleri, garip öksürükler yaşamaktayım.
Sağlık denen şey ne garip değil mi ? Yani daha zor şartlarda dayanıyorsun. Buz gibi soğuk bir havada sıçan gibi ıslanaraktan, işin icabı saatlerce tekneleri beklemek adına denizin ortasında sürünüyorsun. Ama o zaman hasta olmuyorsun. Gidip sıcacık yolculukta ve sıcacık evde hasta oluyorsun. Herhangi bir zor şart yok, ıslanmıyorsun, elinde eldivenlerin karnın tok sırtın pak, ama sen hasta oluyorsun işte.
Bu durumu çözemiyorum açıkçası. Vücudumun neden yolculuğa alerjisi var bilmiyorum. Neden benim için güzel gelen hava değişimi ona kötü geliyor bilmiyorum.
Belki de beynimde böyle bir kodlama vardır. Yani eski zamanlarda hastalığım birkaç kere yolculuk sonrasına denk geldiyse o zaman bende kendi kendime yolculuk sonrası hasta oluyorum diye inanmışımdır zamanında.  Belki de bu yüzden fiziksel herhangi bir zor şart yaşamasam da psikolojik olarak beyin uzanıp giden bir yolu görünce hemen gerekli organlara sinyali gönderiyordur !
İçerisini çok merak ediyorum. Düşünsene bir sürü organ içeride birbirleriyle beraber yaşamak zorundalar, Akciğer karaciğeri sevmiyor belki, belki böbrek kalbi kıskanıyor. Böbrek : abi çoğu işi ben yapıyorum herkes tutturmuş bir kalp diye, Ne önemliymiş pehh, bizde burada amele gibi çalışalım kardeşim…
Beyinde gözetleme kulesinin başkanı. Gözleri kullanarak etrafı kolaçan ediyor. Uzayıp giden bir yol gördüğünde örneğin hemen aşağıya sesleniyor. “Hoppp hücreler, abla yola çıktı haberiniz olsun, hadi herkes yerlerine J” Yada hoşlandığı bir çocuğu görüyor. Hemen aşağı kalbe sesleniyor. “Huuu seninki geldi yine bak tam karşıda oturuyor, giymiş yine kırmızıları .. bunu duyan kalp başlıyor çalışmaya …Kıskanç böbrek ordan kalbe laf atıyor.” Ne oldu beaa sabah sabah bu çalışma azmi nerden geldi sana” Kalp cevap veriyor : “Ayy hiç sorma benimki gelmişJ kırmızıları da giymiş. Şimdi heyecanlanma vaktidir”
Akciğer’e ne demeli ? Sabah saat 08:00 suları, tüm organlar çekilmişler yerlerine yavaş yavaş uyku modunda çalışıyorlar. O sırada Akciğer. Öhöhöh öhöhöh “oha be ablam ne yaptın yaww sabah sabah yakılırmı bu sigara, zaten sayende heryerim simsiyah oldu, yakında beni katran reklamlarına alırlar zaten buradan. Heyyy kime sesleniyorum. Kaç kere dedik aç karnına içme şu zıkkımı, bak herkez uyuyor burada uykumuzun içine ettin beaa” “yeter artık ağabeycim ben artık çalışmıyorum , bıktım artık her sabah bu şekilde uyanmaktan” yeter yaa bende organım…
Mide uyku sersemi ayağa kalkar  “Heyyy ben acıktımmmL
C.Y.

27 Aralık 2011 Salı

2.0.1.2.


Hımmm. 2012 yılına girmemize az kalmış ! 2012 yılının benim uğurlu yılım olduğunu biliyor muydunuz ?Bilmiyor olmanız çok normal. Bende bu yılın benim uğurlu yılım olacağını yeni öğrendim, çünkü 6 benim uğurlu rakamım, 12’de 2 tane altı’nın toplamı olduğuna göre, bu yıl bana 2 kat uğurlu gelecektir diyerek saçma da olsa bir şifreleme yaptım J Önemli olan şifrenin mantığa uygun olup olmaması değil, benim ona inanıp inanmamamdır değil mi ama !
Yılbaşlarını severim . Öyle aşırı çok sevmesem de severim işte. Sevmemin sebebi keyifli telaşının olmasıdır, etraf cıvıl cıvıl süslenir, radyolarda farklı farklı cıngılbel şarkıları çalınır, insanlar hediye alışverişlerine çıkarlar, etrafa bir bereket, canlılık gelir, herkes birbirine yılbaşında ne yapacaksın? sorusunu yöneltir. Oteller renkli renkli tanıtım kartları hazırlarlar. Bir de en çok “seneye görüşürüz” geyiğini severim. Yılbaşının 1-2 gün öncesinde bir daha görmeyeceklerime “seneye görüşürüz” diyerek kıkırdamayı seviyorum napiim J
Adının “yeni” olmasından dolayı her yeni şeyi sevdiğim gibi yeni yılı da severim. Sevmediğim noktaya gelince. Güzel telaşlar ile yemekler yenir, tatlılar , çekirdekler, cipsler bir güzel tüketilir. Sonra büyük bir heyecanla o dakikaların gelmesi beklenir. Sonra 3-2-1-Yuppii. denir. Ve hayat normal bir şekilde devam eder. Küçüklüğümde sanırım 3-2-1 geri sayımının sonunda hep bir şey olacağını hayal ettiğim için ve sonunda hiçbir şey olmadığını da senelerdir gördüğüm için, hiç içimden geri saymak gelmiyor artık…
Küçükken kırmızı yünden anneme çorap ördürmüştüm. Çorabı şöminenin kenarına bir yere koymuştum. (Noel babanın bacadan inince hemen görebileceği bir yere) İzlediğim tüm filmlerde noel baba havadan gelir, bacadan aşağı iner veeee çorabın içine en çok istediğimiz hediyeyi koyarak hohoho diyerek diğer evlere giderdi. Ben küçükken nasıl bir beyne sahipsem ? oturup noel babaya inanırdım !! ama bizim bacadan aşağı nasıl inecek diye düşünürdüm. Şişman ya kendisi, acaba bacada sıkışıp kalır mı, peki bu kapkara is’in içinden nasıl aşağı inecek, evi pisletmese bari gibi fantastik fikirlerim vardı. Geyiklerinin nasıl uçtuğuna dair olan fantastik fikirlerimi hatırlamıyorum bile. Demek ki benim için önemli olan bölüm şömineden geçip bana hediyeyi bırakması bölümüydü, eve nasıl gelip nasıl gittiğinin pek bir önemi yokmuş demekki…
31 Aralık gecesi her nerede ne yapıyorsak yapalım, o kadar çok gülelim ki ! fazla gülmekten dolayı gözümüzden yaş gelsin. “Ben uzun zamandır hiç bu kadar çok gülmemiştim” cümlesini sürekli tekrar etmek zorunda kalalım.  O kadar mutlu olalım ki ! yanağımızdaki çizgiler belirginleşsin.. Ve 2 kat uğurlu olacak 2012 yılının, hepimizin hayatında bir DÖNÜM NOKTASI olmasını istiyorum.
Yani şöyle belirteyim, Ben 82 yaşımda sallanan sandalyemde oturup camdan dışarı bakarken , elimde kitabım, arka fonda hafif bir müzik, sevdiklerim evin diğer odalarında koşturuyorlarken, bir anda kitabı bırakıp gördüğüm manzaraya bakarak “sene 2012 ne güzel bir yıldı ama ! Hiç bu kadar mutlu olduğum bir yıl görmemiştim J” diyerek gülümsemeyi istiyorum…
Bundan daha iyi bir açıklama yapamam herhalde yeni yıl dileğimle ilgili. O kadar iyi bir yıl ol kiii, seni ömür boyu hatırlayayım diyorum işte, daha nasıl anlatabilirim ki yani!
Ben bu yılın diğer yıllardan çok farklı  ve çok güzel olacağına inanıyorum ve hissediyorum. Ve umut ediyorum ki sene 2025’te hepimiz “sene 2012 ! ne güzel bir yıldı ama, hiç bu kadar mutlu olduğum bir yıl görmemiştim Jcümlesini kuralım…
AMİN.
C.Y.

HAZIRLIK


Hazır olduğumuzda gelir bir şeyler hayatımıza. Ya da gelmesini istediğimiz şey için hazırlık yaparız. Üniversiteye girebilmek için hazırlanırız, evimize misafir geleceği zaman hazırlık yaparız, dışarı çıkmadan önce hazırlanırız. Çünkü olacağımız yer için hazır olmamız gereklidir. Pijama ile Yılbaşı partisine gidemeyiz, Eve gelen misafirleri pis ve dağınık bir evde ağırlayamayız çünkü.
Bu hazırlanma olayını fiziksel açıdan hepimiz çok güzel uygulayabiliyoruz. Her koşulda her yer için hazırlanabiliyorken, ruhsal olarak, kafamızı ve kalbimizi hazırlamayı unutabiliyoruz belki de bazen. Örneğin bebek için hazırlanmak gereklidir bana göre. Çocukları çok seviyor olman ona hazır olduğun anlamına gelmez. Belki de şu anda binlerce genç, ailesinin kendisine hazırlanmadan dünyaya getirmelerinin cezasını çekiyorlardır. 18 yaşında henüz kendisi bir çocuk olan bir annenin çocuğu için hazır olduğuna inanamıyorum ben. Ben 18 yaşımdaki halimi hatırlıyorum da ben zaten kendim çocuktum. Herhalde o anneler de çocuklarıyla beraber büyüyorlardır.
Ya da bir ilişki için hazır olmak gerekir. Nasıl evini temizlersin gelecek kişiye, ruhunu ve kalbini de temizlemen gerekir yeni gelecek kişiye. Dağınık bir kafa ve paramparça bir kalp ile girilen her ilişki bana göre biraz yanlış temellidir. Ve elbet bir gün son bulacaktır…
Olmak istediğin bir kişi var mı hayatında bilmiyorum ? Ama benim olmak istediğim bir kişi var kafamda. Ve ona ulaşabilmek için de hazırlanıyorum. Nasıl sınava girmeden önce ders çalışıyorum. Bunun için de hazırlanmam gerek çünkü..
Hep aynı şeyleri, dönüp dolaşıp aynı ilişkileri, aynı arkadaşlıkları, aynı problemleri yaşıyorsak eğer o zaman bence bu döngüyü kırmak için hazırlanmamız gerekiyor.
Hep savunduğum bir nokta var şu son günlerde. Kendime uyguladığımda beni şaşırtan bir tablo ortaya çıkmıştır en azından. Hayatta beklediğimiz birçok şey var. Beklediğimiz ilişki için birini hayal ederiz önce. Sonra ondan beklediğimiz özellikleri yazarız yanına. Yakışıklı/güzel olsun, düşünceli olsun, vicdanlı olsun, başarılı olsun, sosyal olsun, anne/baba olabilecek bir yapıda olsun, iyi olsun, gibi gibi bir sürü maddeyi yazarız. Sonra da bakarız listemize. Evet ben tüm bu özelliklere sahip birini İSTİYORUM deriz. Sonrada uzun bir zaman bekleriz, ama nedense Beyaz Atlı Prensin yolu bir türlü bu taraflara uğramaz işte. Karşımıza gelen insanında bize benzer eksikleri olur ve “ben bunu istememiştim ama” deriz çoğu zaman. Belki de formülü değiştirmemiz gerekir bu durumda. O listeye yazdıklarımın kaçı bende var diye düşünmek lazım. Listedeki özelliklerin kenarına içten vereceğimiz cevaplarla bizde olanları ve olmayanları işaretlememiz lazım. Vicdanlı mıyım ? Bazen, genelde evet, ama bazen hayır diyorsak eğer tire çekelim, İyi bir insan mıyım ? İyi birini istiyorsam benimde iyi olmam gerekir. Belki daha iyi olmayı başarabilirim ? diyerek aynayı kendimize çevirdiğimizde ne kadar çok eksiğimiz olduğunun farkına varıyoruz işte.
Aynı şey iş içinde gerekli, iyi bir işte iyi bir konumda olmak istiyoruz ? Ama nedense o konumda çalışabilecek bir yapıya, disipline, bilgi birikimine sahip değilsiz!
Yurt dışında yaşamak istiyorsun örneğin. Ama İngilizcen bile yok, Ya da herhangi bir başvuruda bile bulunmamışsın. Nerede yaşamak istediğini hiç düşünmemişsin. Düşünüp bir şehir belirlesen bile o şehir hakkında yaşam şartlarını araştırmamışsın. O şehirdeki ev kiralama sistemini bilmiyorsun, Market sistemini, oturma ve çalışma izinlerini nasıl alacağını bilmiyorsun.
Sadece istiyoruz işte. Onu istiyoruz, bunu istiyoruz. O da olsun bu da olsun, hepsi benim olsun istiyoruz. Ama istediklerimizin karşısına kendimizi koyarak ben bu isteğimin neresindeyim diye düşünmüyoruz.
Hayat sanırım bize benzer olanları karşımıza çıkartıyor. Bizim kapasitemize göre bir iş veriyor. Bizim yaşayabileceğimiz bir şehirde yaşamamızı sağlıyor. Daha iyisinin olmaması belki de bizim ona hazır olmadığımızdandır ?
Beraber olduğunuz kişiye baktığınızda onda sinir olduğunuz bazı huyların aslında sizde de olduğunu görürsünüz. Belki de kendinizde olan bu huylardan dolayı kendinize kızmak yerine karşı tarafa kızmak hep daha kolay olduğu için birlikte yuvarlanıp gitme yöntemini daha çok seviyoruzdur !
Biz istemeye devam edeceğiz, Hayat da“bize benzerlerini” getirmeye devam edecek…
C.Y.

26 Aralık 2011 Pazartesi

OZLEMISIM


Bir arabada oturup yol almayı özlemişim. Uzanıp giden bir yolda gitmeyi özlemişim. Gitmek her zaman güzel gelmiştir bana. Gittiğin yerin öneminden çok gitmenin önemi vardır çünkü. Harika bir cd ile nostaljik parçalar eşliğinde sessiz sedasız camdan görünen dışarıya bakarsın. Sen giderken gördüğün resimler değişir, köylerden geçersin, ovadan geçersin, bozuk yoldan, otobana geçersin. Kafanda bir sürü düşünce ile camdan dışarı bakarsın işte.
Buralarda bir odadan diğer odaya koşturarak geçtiğimiz için, bir odayı ısıttıktan sonra diğer odanın buzz gibi kalmasından dolayı; Sıcak bir evi özlemişim. Tüm odalardaki ısı derecesinin eşit olmasını özlemişim. Dışarısı buz gibiyken içeride kısa kollu t-shirt ile dolaşmayı özlemişim. Kışın ortasında sıcak basmasını özlemişim. Gece yatarken üstündeki pikeyi fırlatmayı özlemişim…
Anne elini özlemişim. Anne sevgisi ile kurulmuş o güzel sofraları özlemişim. Menüde güzel sebze yemekleri, yaprak sarmalar, havuçlu salatalar olan Anne menüsünü özlemişim. Canım ne çekerse hemen getiren bir anneyi özlemişim. “Tabii sen bilirsin yine de ama sabah aç karnına sigara içmesen daha iyi olur kızım” diyen bir anneyi özlemişim…
İnsanları özlemişim. Kalabalığın üstüme üstüme gelmesini, büyük mağazaları, kalabalık kafeleri, tanımadığım bir sürü yüzleri görmeyi özlemişim. Her tür kıyafeti, saçı, makyajıyla sokaklarda rahat rahat yürüyen özgür insanları görmeyi özlemişim. Sevinç Pastanesi önünde randevusu için bekleyen insan kalabalığını özlemişim.
Kordon’u özlemişim. Yan yana dizilen bir sürü kafeyi, içinde oturan rahat İzmir’lileri, güzel ve rahat İzmir halkını görmeyi özlemişim. Kordon boyunca uzanan insanların kahkahalarını, bira, cips, midye üçlüsünü, kahkaha atarken rahatsız edilmemeyi özlemişim.
Birileriyle tanışmayı özlemişim. Yeni tanıştığım İzmir’li güzel hatunlarla deli gibi kahkaha atmayı özlemişim. “Hakkında kimin ne diyeceğini umursamayan rahat insanlarla” oturmayı özlemişim. Kalabalık Kordon’u özlemişim.
Kısacası çok özlemişim…
C.Y.

“O” AN !


Hani böyle çok sinirlendiğiniz bir “o” an vardır. Hani NTV’de “O anların” fotoğrafları yayınlanır ya hani. O çok etkileyici bakışların, manzaraların resimlerini görürüz. Acılar içindeki bir kadının çocuğu kucağında korku ile baktığı bir sahne gibi, ya da arka fonda patlamaların dumanlarının olduğu, yıkılmış bir şehirden yalınayak koşarak kaçmaya çalışan erkek çocuğunun gözlerindeki korku gibi…
İşte benim de şu son 4 saattir yaşadıklarımı biri çekseydi, tam” O” anlarda biri deklanşöre bassaydı , belki beni de Ntv’deki O an resimlerinden birinde görebilirdiniz. Programın sunucusu Oğuz Haksever benim resmimin önünde aynen şu cümleleri kullanırdı; “Bu karede ; genç kızın tüm çaresizliği yansımış gözlerine…” sonra kare tam boyutta tv ekranında beliriyor, arka fonda dın dın çalan etnik bir savaş film müziği. Bu müzik, bir cümle ve genç kızın gözlerinde çaresizlik. İşte her şeyi anlıyorsunuz bu 50 sn’de .
Sabahtan beri olmayan internete mi ? geldiğinde hiçbir işe yaramadığına mı ? yoksa 6. Kez kesilen elektriklere mi üzüleyim ? 6 kez elektrik gitmesi demek 6 kez bilgisayarın, klimanın, müziğin kapanması demek, 6 kez yavaş çalışan bilgisayarın açılmaya çalışması, tüm programların tek tek açılmasını beklemek, klimanın ve müziğin düğmesine basmaya çalışmak için eğilmek demektir. Yazdığım yazıları sil baştan yazmam demektir. ..
Çaresizce bu canım ülkemde her yağmur yağdığında aynı hezimete uğruyoruz. 2012 yılına gireceğimiz şu günlerde, her türlü teknolojinin boyut değiştirdiği bir çağda, akıllı evlerin yapılmaya başlandığı şu tarihlerde hala elektrik kesilmesi gibi bir şeyle uğraşıyoruz. Bir Amerikan filminde elektrik kesildiğinde ülkenin sistemlerine zarar geldiği ve dünyanın tehlikede olduğunu anlarız. Tüm yetkililer dünya üzerindeki bu manyetik tehdidi araştırırlar ve sonda bildik sahne olan Amerikan bayrağı görüntüsü ile dünya kurtarılmış olur…
Oysa ki canım ülkemde, elektrik kesilmesi demek, yağmur demek, yağmur demek elektriksizlik demek bizler için…
Çok çaresizim. Elektriğin kesilmemesini ummaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yok şu anda. Derken 8. Kez kesildi !
Kırk yılda bir yağan yağmura dayanamayan bir alt yapıyı kuranlar; kulaklarınız çınladı değil mi ?
 E iyi o zaman…
C.Y.
Not : Cuma günü 11 kez kesilen elektrik nedeniyle bugün yayınlayabiliyorum L

23 Aralık 2011 Cuma

BODRUM


Rahat bir kasaba burası, O kadar rahat ki örneğin marketler 10:00 civarında açılıp 17:00 olmadan kapatılabiliyor. İnsanlar dükkanlarını erkenden açmak yerine keyiflerine göre açabiliyorlar. Belki de sezonluk bir kasaba olduğu için yazın para kazanıp kışın uykuya yatma ihtiyaçları vardır. Tam olarak uyuyamadıkları içinde keyfe keder bir çalışma şekiller var işte. Bundan dolayı seviyorum belki de bu kasabayı, Rahat insanların, rahat sokak hayvanlarının, rahat ev kadınlarının olduğu bir kasaba çünkü..
Örneğin buradaki “kurumsal” işler rakı masalarında halledilir. Büyük alımlar, büyük işler rakı muhabbetinin sonlarına doğru kahkahalar eşliğinde çözülür. Kurumsal olmayan bir yer olduğu için bir yerde işe girebilmek için belli bir tanıdığınız olması gerekir örneğin. Çok iyi bir üniversitede okuyup yurtdışında master yapmış olmanız bu kasabada çokta fazla işe yaramıyor açıkçası işe giriş aşamasında. CV denen kağıt parçası da pek önemli değil. Sizi sorsalar birkaç kişiye google’dan daha iyi döküm çıkar ortaya..
Bir mekana gittiğinizde çalışanlar ve müşteriler birbirlerini tanıdıkları için hep bir selamlaşma modu vardır burada. Güneşli bir Pazar günü marinadan yola çıkıp şöyle bir yürüyüş yaptığınızda tüm kasaba halkını toplu olarak görebilirsiniz. İlkokul arkadaşınızı, ortaokul arkadaşınızı, eski iş arkadaşınızı bulabilmek için bu kasabada Facebook gibi bir siteye gerek yok örneğin…
Görmeyi istemediğiniz kişileri de mecburen görürsünüz mesela. Çünkü gidilebilecek yerler belli olduğu için bir cumartesi akşamı tüm kasabanın sosyal kişiliklerini bir bir gözlemleyebilirsiniz. Hatta hep beraber aynı yerde yemek yiyerek sürü halinde aynı eğlence merkezinde eğlenebilirsiniz. Bir de buranın dedikodusu meşhurdur. Siz akşam bir yerde eğlendiyseniz, sabah kalktığınızda herkes size sırıtarak bakabilir. İğne yere düşse herkesin haberi olur anlayacağınız.  O oturma odalarının dili olsa da konuşsa keşke kimler kimler konuşulmuştur çay eşliğinde yapılan kadınlar gününde. Buranın erkekleri de dedikoduyu pek severler. Hele bir de rakının dozunu biraz arttırdılar mı. Allah diyorum !
Bu kasabadaki erkekler her akşam en az 2 tek atarlar. İçmek için hep bir bahaneleri vardır çünkü bu kasabada. Yağmur yağar içilir, güneş çıkar içilir, toplaşılır içilir, maçta kazanılır içilir, kaybedilir daha çok içilir, Salı sallanır, Çarşamba çarşafa dolanır derken her gün içmek için bir bahane vardır işte…
Yazları farklı olur bu kasaba. Daracık sokaklarına binlerce araba sığmaya çalışır çünkü. Görüp görebileceğiniz tüm lüks arabalar tarafından trafik felç olabilir bir cumartesi gecesi. Dünyanın önemli ünlüleri ve zenginleri buranın sokaklarında medyaya yakalanmadan dolaşmaya çalışırlar, Ne prensler prensesler gizli gizli gelip dönmüşlerdir buradan. Türk ünlüler ise zaten her yerde olurlar… Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden gelen binlerce insan olur sokaklarda yürürken yanınızda. Her tür insan tipini,  Her tür kıyafeti, saçı, imajı sokaklarda bulabilirsiniz. Buranın entel kesimi de güzeldir. Örneğin bir klasik müzik konserinde karıncaların toprak altından çıktıkları gibi binlerce entel bir anda konser alanına doluşabilirler. Yıldızların altında izlenir konserler , dans gösterileri bu kasabada. İzlediğiniz gösterilerin güzelliği bir kenara, tabak gibi bir dolunay eşliğinde muhteşem bir manzaraya bakarak izlersiniz Sezen Aksu’yu.. Ya da Carmen’i izlerken aklınıza gelen bir düşünceyi daha rahat düşünebilmek için kafanızı sola çevirip tekne direklerinin ışıklı görselini düşüncenize fon olarak kullanabilirsiniz.
Kasabanın en uzak köşesi 25 dakikalık bir mesafedir örneğin. Ama bu kasabalılar o 25 dakikalık mesafeye bile “ooo çok uzak” ” Kim gidecek şimdi oraya” derler.
Evinizle ilgili bir tadilat yaptıracaksanız eğer,paranın tamamını baştan vermişseniz yandınız demektir. Artık sinir harbi ile ustanın peşinden koşturabilirsiniz. Paranın yarısını başta verseniz bile ustanın keyfinin yerine gelmesi gerekir sizin işinizi yapabilmek için. Bu durumda bol bol ustayı rahatsız edip dua etmelisiniz ki işiniz çabuk hallolsun. Çabuktan kastımda 3 hafta falan işte…
Bir de bu kasabanın kadınları zengindir ! Zamanındaki babalar tarım ile uğraşıldığı için erkek çocuklarına verimli toprakları!, kız çocuklarına da verimsiz ! deniz kenarlarını bırakmışlar. Sonradan patlayan turizm ile kadınlar deniz kenarlarının sahibi oldukları için iç güveyliği de bollaşmış bu kasabada J
Memurlar için güzel bir yer olmasına rağmen sürgün yeridir aslında. Çünkü kiralar pahalıdır biraz, pazarı da pahalıdır, yemek içmek zaten diğer yerlere göre pahalı olduğu için bir öğretmen burada sadece yaşayabilir…
Dar sokaklarındaki eski taş evleri, begonvilleri ve Arnavut kaldırımları ile doğal bir sokak stüdyosu havası vardır heryerde.
Kısacası, birbirlerine günaydın diyen rahat insanlar yaşar bu kasabada…
C.Y.

HAYAT


Bu sabah bu güzel kasabayı sel aldı ! Dün gece başlayan sağanak yağış 1-2 saat öncesine kadar hiç şiddetini azaltmadan devam etti. Uzun bir zamandır kendini tutmuş gibi, uzun zamandır gülümsemekten yorulmuş gibi yağdı. Sanki her şeyi biriktirmiş uzun zamandır bugüne hazırlanıyormuş gibi yağdı. Fırtınanın geleceğini göstere göstere geldi zaten. Arada son umutlarıyla gökkuşağı bile çıkardı. Ama daha fazla dayanamadı işte. Tüm gök gürültüsüyle, şimşeklerini birbiri ardına bıraktı. Sıkıntılarını kafasındaki tüm sorunlarını, şikayetlerini, ceplerindeki tüm taşları bıraktı yere. Bunu yapması gerekiyordu demek ki.
Şu anda bu kasabada güneş açtı ! Dalgalar yüzünden kabaran deniz duruldu, kasabanın üstündeki tüm tozu denize akıttıktan sonra deniz berraklaştı. Şu anda ılık, sakin, yorgun ama huzurlu bir kasaba var karşımda. İnsanlar keyifli bir şekilde dükkanlarının önünü temizliyorlar. Yemeklerinin üstüne içtikleri türk kahvesi eşliğinde hafta sonu havanın nasıl olacağını konuşuyorlar gülümseyerek.
Bu kasaba bir fırtınayı daha atlattı. Daha görecek çok fırtınası var hayatta ama, şu anda bunu atlatmanın verdiği keyfin tadını çıkartıyor gibi.
Bu hayatta bir çok şey öğreniyorum. Her gün yeni bir bilgi duyuyorum. Hala gördüklerime şaşırabiliyorum. Hala bildiklerimi değiştirebiliyorum. Ama en iyi öğrendiğim şey. Bir insan hayatının asla tam olarak güneşli olamayacağıdır. Şu anda gülümsüyor olabilirim ama 10 dakika sonra gözyaşlarımın sel olmayacağının garantisini veremiyorum kendime. Çünkü şu anda gülmemin de 10 dk sonra ağlamamın da bir sebebi var hayatta. Bu duygularımın ve kafamın karışık olmasıyla alakalı bir durum değil.  Bunun nedeni İNSAN olmamdır. Ve YAŞAMIN bu şekilde işlemesindendir…
Artık hep mutlu olan insanları takmıyorum kafama, neden bende onlar kadar mutluyum demiyorum kendi kendime. Neden ben 5 günde bir kara bulutlarla uğraşıyorum demiyorum. Çünkü artık benim hayatımın bu şekilde daha İYİ olduğuna kara verdim. Hep güneşli bir havayı hayal etmiyorum artık. Çünkü hep güneşli bir havayı yaşıyor olsaydım, yağmurdan sonra şükretmezdim , fırtınalar koparken daha çok Tanrı ile konuşmazdım, şimşekler çaktığında yorganı üstüme çekip korkmanın ne demek olduğunu bilemezdim. Yağmurdan sonraki “temizlenmiş” kasabayı göremezdim, toprak kokusunu içime çekemezdim. Bu BEN olduğum için böyle belki. Ama şu zamanlarda tam olarak YAŞADIĞIMI hissediyorum. Gençlik yıllarımdaki gibi avare avare dolaşmıyorum. O zamanlardaki kadar duyarsız ve aklı beş karış havada değilim artık. İçtiğim kahveden, baktığım ve gördüklerimden zevk alıyorum. Radyoda Adele çıktığında hergün tekrar tekrar mutlu oluyorum. Yağmurlu günleri çok iyi bildiğim için, içinde olduğum güneşli anların değerini daha iyi anlıyorum.
Herkesi ve her şeyi kaybetme ihtimalimin yüzde 50 olduğunu biliyorum artık. Bir gün bu hayatta olmayacağımı ve bu günün her an gelebileceğini de biliyorum. Eskiden ölümden korkardım. Hiç ölüm görmemiş, hiç acı çekmemiş bir genç kız olarak ölmeyi istemezdim çünkü. Hep bu hayatta olmayı isterdim. Oysa ki şimdi ölümden korkmuyorum. Hani ölüme hazır olarak yaşamak vardır ya ! işte öyle bir durumdayım şu günlerde. Şu anda beni yanına alsa gam yemem diye düşünüyorum.
“Çünkü öğrendim ki insan yaşayamamaktan korktuğu için ölümden korkarmış…"
C.Y.

22 Aralık 2011 Perşembe

ESKI = YENI


Eskilerimiz vardır hayatta. Eski sevgili, eski bir dost, eski arkadaşlar, eski evimiz, eski eşyalarımız, eski alışkanlıklarımız gibi. Bunların hepsi adı üstünde ESKİDİR artık. Eskidikleri için eski olmamışlar aslında, ya biz onları terk etmişizdir zamanında, ya da onlar bizi terk etmişlerdir ya da ortak bir kararla yolları ayırmışızdır. Bu şekilde eski olarak bizim hayatlarımızda olmaya devam edeceklerdir.
Hayatımızın uzun veya kısa bir bölümünde olmuşlardır. Bize bir şeyler katmışlardır veya bizden bir şeyler götürmüşlerdir. Karakterimizi, alışkanlıklarımızı, beklentilerimizi değiştirmişlerdir. Bizler bu eskilerden önce ve sonra diye ikiye ayrılırız örneğin.  Belki çok sevmişiz ve çok sevilmişizdir, belki çok sevip az sevilmişizdir, belki hayal kırıklıklarımız olmuştur, belki aldatılmış ve kandırılmışızdır zamanında…
Kısaca şu andaki bizi oluşturanlar eskilerimizdir. Eskilerin izlerini taşırız hala. Örneğin eski şekilde sevilmeyi bekleriz, eski dostumuz gibi bizim yanımızda durulmasını bekleriz, eski evimizin sıcaklığını yeni evimize yansıtmayı isteriz, eski gördüklerimizi bekleriz yeni hayatımızda. Eğer eski iyiyse tabi !
Eski bizim hayatımızda kötü etkiler bıraktıysa eğer, eskiyi temizlemediğimiz sürece !onun bize bıraktıklarını yaşamak zorunda kalırız. Onun bize hissettirdiklerini bizde başkalarına hissettirmek isteriz. Aldatılmışsak eğer yeninin de bizi aldatacağına inanırız içten içe, güvenimiz kırılmıştır bir kere, eskiye söyleyemediklerimizi yeniye söylemeye çalışırız gibi.
Eskiyi çözmek için çaba göstermediğimiz sürece yeni olanın getirdiği mutluluğu tam olarak yaşayamayız, Yüzümüzü yeniye döndük sansak ta eskinin gölgesini arkamızda hissetmeye devam edeceğizdir her zaman. Kafamızda eskinin soru işaretleri ve acabalarıyla yeniye gülümsemeye çalışırız. Yeniye sorduğumuz her soru aslında çözemediğimiz eskiden almayı beklediğimiz cevaplardır. Yeniyi her suçladığımızda eskiyi suçlamış oluruz belki de.
Eski sağ cebimizde, yeni sol cebimizde nereye kadar gidebiliriz ki ? Kabuslarımızı eski süslüyorsa eğer yeniyi göreceğimiz pembe rüyalarımızı hangi arada göreceğiz ?
Yeni her zaman güzeldir… Eski de her zaman güzeldir… Çünkü şu andaki bizi o eski yaratmıştır. Şu anda eskiyi düşündüğümüz de içimizde garip bir “teşekkür” duygusu hissedip gülümsüyorsak eğer ! o zaman ne mutlu bize ! Ama eğer eski aklımıza geldiğinde hala cevaplanamayan sorular ortaya çıkıyorsa, neden, niçin, acaba kelimelerini  hala kullanıyorsak eğer, artık eskiyi çözmenin ve gerçek anlamda yeniye yüzümüzü dönmenin zamanı gelmiştir belki ?
Belki de artık eski defterleri açıp gururumuzdan dolayı zamanında çekemediğimiz acılarımızı yaşamamız gerekiyor. Belki de karşısına çıkıp tüm cevaplanmasını beklediğimiz soruları bir bir sormamız gerekiyor. Belki de duymak istediklerimiz dışında “Gerçeklerle” yüzleşme zamanımız gelmiştir. Tüm suçu ona atıp yeniye bakmaya çalışmak daha kolay bir yöntem olsa da belki onun bize aynayı tutup gerçekleri bir de ondan dinlemeye cesaret etmemiz gerekiyordur artık.  Zamanında yaşayamadığımız bunalımımızı, dökemediğimiz göz yaşlarını bir bir hissetmeliyizdir.
Belki o zaman eskinin verdiği “teşekkür” duygusunu tam olarak yaşamanın verdiği mutlulukla eski için beddua etmek yerine onu serbest bırakabilirsiniz. Belki de onu serbest bıraktığımızda bizde artık serbest kalmış olacağızdır ?
Kim bilir ?
C.Y.

21 Aralık 2011 Çarşamba

SEVGILI TERAZİ


Sevgili Terazi; Bugün diğer günlerden değişik ve daha renkli giyinmiş olabilirsiniz fakat bu günü diğer günlerden ayırabilecek herhangi bir fark olmadığını belirtmeliyiz öncelikle. Tüm gün boyunca aynı sandalyede oturarak aynı bilgisayar ekranına bakmış olsanız bile biraz farklı duygular içine girip çıkabilirsiniz.
Anlık duygusal değişimlerinizin sebebi saat 10:07 de Merkür’ün Venüse yapacağı 372 derecelik asi ayaklanma ve kafa tutma açısından kaynaklanacaktır. Ama hemen üzülmeyiniz, çünkü saat 11:68’de Uranüs,venüsün yanına gelip onunla muhabbet ederek onun gidip Merkür’le kavga etmesini engelleyeceği  için büyük ihtimalle bir rahatlama yaşamanız söz konusu olabilir.
Saat 12:00’de yemek saatinizin geldiğini de bizim size söylememize gerek yok sanırız ?. Bu gün günlerden Çarşamba olduğu için öğle yemeğinde geleneksel kuru fasülye+pilav+cacık üçlüsünün menüde olacağını ve sizin bu menü yerine günün çorbasını içeceğinizi söylememiz için de yıldızlara bakmamıza hiç gerek yok açıkçası…
Neyse ; Karnınız doyduğunda ve Neptün’ün venüsle şakalaştığı zamanlarda olduğu gibi 16:25 civarında keyfinizin yerine geldiğini söyleyebiliriz. Bu keyfin Neptün’le venüs’ün oynaşmalarından değil de mesainizin bitiş zamanının yaklaştığından olmuş olma ihtimalide var. Ama hayat ihtimaller üzerine değimlidir hep sevgili terazi ?
Saat 17:72’de yaşayacağınız büyük mutluluk duygusu Plüton ile Neptün’ün tesadüfi bir şekilde karşılaşmasından kaynaklanmaktadır. Bu anın zevkini çıkarın sevgili terazi, Bu 1089 yılda bir gerçekleşen bir sürpriz karşılaşma olduğu için bir daha bu karşılaşmayı görebilecek kadar yaşayamayacaksınız çünkü ! Astroloji haritamıza bakıldığında bu keyifli karşılaşmanın yeniden olacağı tarih 1089 yıl sonra olması bekleniyor. Ama Plüton ile Neptün’ün buluşmaları hep sürpriz olduğu için her an yeniden buluşabilirler.
Sevgili terazi öncelikle zor günler geçirdiniz, başınızda dolaşan kara bulutlar yüzünden ve Geri geri giden Merkür geri zekalısının kaprislerinden dolayı son yıllarınız zorluklar içinde geçti. Aslında Merkür bu kadar inatçı olmasaydı da sürekli geriye gitmek yerine ilerleseydi siz şu anda çocuğunuzu emziriyor bile olabilirdiniz. Ama hayat böyle bir şey işte sevgili terazi , zaten her ay yaşanan yok güneş tutulması yok ay tutulması derken sizde sonunda tutuk bir karakter oldunuz çıktınız başımıza.
Bu nedenle artık silkinmenizin ve kendinize gelmenizin zamanı geldi sevgili terazi, Yumuşak başlı Venüs bu konuda akşam 20:65 sularında size yardımcı olacak. Sizi mutlu eden Venüs’mü yoksa şömine başında “Muhteşem Süleyman”’ı izlemek mi bilmiyoruz. Ama süleyman’da olsa , Kuzey yada Güney’de olsa bu mutluluğunuzun asıl sebebi Venüs’tür ,onu bilir onu söyleriz…
2012 yılı burç yorumlarınızı heyecanla beklediğinizi biliyoruz sevgili terazi, Ama artık öğrendiniz ki hayatta insanın her istediği öyle şıp diye oluvermiyor çoğu zaman. Bu nedenle Plütonun size bu bekleme sabrını vereceğinden hiç süphemiz yok !
Kısacası sevgili terazi, Merkür inatla geri de gitse, Venüs hepsiyle gizli gizli oynaşsa da , Plüton ağır abi takılsa da , gezegenler nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun J
C.Y.

SEHIRLER


Bir şehri sevip sevmediğimiz bana göre içindeki insanlarla ve o şehirde yaşanılanlarla alakalıdır. Örneğin güzel bir aşk yaşadığınız bir şehirde deniz bile olmasa orayı sevebilirsiniz, veya hüzünlü bir ayrılığı yaşadığınız şehir dünyanın en güzel şehri olsa bile oradan nefret edebilirsiniz. Yaşanmışlıklarımızdır şehirlerin bize hissettirdikleri... Onu sevip sevmememiz şehirle alakalı değil içinde yaşanılan acı veya mutlulukla alakalıdır.
Sevmediğiniz ve sevdiğiniz şehirlere baktığınızda o şehirlerin içinde sevdiğiniz ve sevmediğiniz kişilerin bir zamanlar yaşadığını görebilirsiniz bence.
Bir 14 Ocak günü, çok sevdiğim Güzel İzmir’e gitmek zorunda kalmıştım. Hep aklımda güzel anıları olan güzel şehrin bu kadar kasvetli bir yer olduğunu hiç görmemiştim o güne kadar. Bir 14 ocak günü tüm acılarımı sırtlayarak gitmiştim güzel İzmir’e, İzmir’i artık sevmiyorum. Bende kötü izler bıraktığı için sevmiyorum. Şehre girdiğimde upuzun Ege Üniversitesi hastanesini mecburen görmek zorunda olduğum için sevmiyorum.
O hastaneye baktığımda o kötü günüm aklıma geliyor çünkü. Artık İzmir benim için Kordon’da bira içilebilecek keyifli bir yer değil. Çünkü o şehre baktığımda soğuk morg koridorları gözümün önüne geliyor. Ve bir çok kare. Kareler film şeridi gibi gözümün önünden kayıp geçiyor. Bir ocak akşamında o şehirden acı bir şekilde ayrıldığımı hatırlıyorum.
Bir suçlu olması gerek ya her zaman. İşte bana göre tüm suç o İzmir’indi. O güzel İzmir aldı çünkü benim elimden en çok sevdiğim kişiyi…
İşte ben böyle biriyim. 15 dakika önce AŞK’tan bahsederken 15 dakika sonra Ölüm’den bahsedebiliyorum…
Bu nedenle bu hafta sonu İzmir’e gitme planları yapıldığında içim burukta olsa gitmem gerektiğini düşündüm. Sonuç olarak  hayat devam ediyor.. Ve 2 yılın sonunda annemin en sevdiği yer olan İzmir’e gidip onun şerefine onunla yaptığım gibi Kordon’da bir bira içmemin zamanı geldi sanırım. Bunun için 2 yıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir şey için geç değildir hayatta. Gidip o şehirle barışmam gerekiyor artık.
Demeliyim ki, artık büyüdüm ve seni suçlamaktan vazgeçiyorum. Çünkü bu şekilde devam ederse senin her adını duyduğumda burnum sızlamaya devam edecek. Artık barışma vaktimiz geldi galiba.
Şu anda o da burada olsaydı aynı şeyi yapmamı isterdi. En sevdiği şehirde onun için Körfeze bakmamı isterdi...
Bu yolculuk hayatta benim yapacağım en zor yolculuklardan biri olacak. O şehre girdiğimde o tren gibi hastaneye bakmam gerekecek. O görüntüleri gözümde değiştirebilmek için ona dikkatlice bakmam gerekecek. İçimdeki tüm hüznü bana verdiği gibi benden almasını da beklemem gerekecek birkaç gün.
Ve biliyorum ki İzmir’den yola çıktığım gün arkamda bırakacağım o kötü kareleri. Belki seni yine severim. Belki sen kendini bana affettirebilirsin ?
C.Y.

DUYGULAR


Dün akşam son zamanlarda gördüğüm en değişik filmi izledim. Değişik diyorum çünkü tam olarak film de değil ama böyle müzikal, animasyon ve film karışımı bir yapıttı izlediğim. Filmin adı “Across the Universe”
Salı akşamları Tv’de izleyecek hiç bir şey bulamadığım için bu film bana ilaç gibi geldi açıkçası. Müzikal izlemeyeli çok olmuş anlaşılan ki bu kadar sevindim.
Filmi internetten bulup izleyebilme ihtimaliniz olduğu için burada uzun uzun anlatmayacağım. (Aslında anlatmayı çok istiyorum ama sonunun mutlu biteceğini benden duymadınız J)Savaş, Savaş karşıtı protestolar, Aşk, ilişkiler, Aşk ve yine Aşk konuları üzerine olduğunu belirtebilirim kısaca.
Filmdeki kişilerin biri çekik gözlü diğeri zenci öteki melez berisi sarışın derken ortaya çıkan portre tamamiyle Benetton katalog çekimini anımsattı bana.  Göze, kulağa, beyne, kalbe, duyulara ilaç gibi gelen bir film…
Filmin son bölümünü anlatmazsam kendimi kötü hissedeceğim için kusuruma bakmayın. Genç çocuk aşkının peşinden koşarak “The Beatles’dan All You Need is Love” parçasını söylemeye başlıyor.. New York’ta bir apartmanın tepesinde tek başına söylemeye başladığı bu parçaya tüm sokaktaki halkta eşlik ediyor ve film mutlu sonla bitiyor…

Filmi izlerken suratımda muzip bir gülümseme oturdu. Böyle sanki garip bir aşk sıvısı serum olarak bana verildi, Aşırı doz AŞK almak bünyede garip bir etki bırakır ya hani aynen öyle hissettim.
Acaba Aşk’ta, sevgi’de market raflarında bulunabilen bir ürün olsaydı nasıl olurdu. Acaba tezgahtara dönerek bildik gülümsememiz ile “ Merhaba 3 kilo –AŞK- alabilir miyim” desek ve o da bize –AŞK-’ı hazırlarken keyifle raflardaki diğer ürünlere baksak. “Hımm –sevgi-’yi geçen hafta almıştım evde var, hmm acaba bir kilo da- ilgi- mi alsam, Ayy tabii ya evde –vicdan- bittiydi geçen gün” “Pardon 1 kiloda –vicdan- alabilir miyim lütfen”
Bu duygular raflarda satılsaydı fikrimi geri alıyorum !! Çünkü düşününce çok mantıksız geldi bir an. Parası yetmeyenlerin tezgahların önünde AŞK’a nasıl bakıp iç geçirdiklerini hissettim çünkü, Somurtkan zenginlerin o sırada içeriye girip raflardaki tüm ürünleri aldıklarını da gördüm. Ve evlerindeki tonla duyguyu kullanamadıkları için Aşkların, sevginin, vicdanın nasıl o raflarda bozulmaya yüz tuttuklarını anladım…
Şu anda düşünüyorum ki ? hayatta bedelsiz olarak alabildiğimiz tek şey duygularımızdır.. Suya bile para verdiğimiz hayatta duyguların ücretsiz olmasından daha güzel başka ne olabilir ki..  
C.Y.

20 Aralık 2011 Salı

ENGEL Mİ ?


İtiraf etmem gerekirse; iş çıkışlarımda eve koşup şömineyi yakmaya çalışırken tv deki evlilik programını seyretmeyi çok seviyorum ! Evet belki bu tip programlar bir çok entel kişiye göre basit bir program niteliği taşıyor olabilir, oradaki insanlarda basittir belki ve bu programı izleyen insanlarda bu durumda basit olmuş oluyorlar sanırım ?…
Nasıl Nat Geo Wild’ı açıp aslanların, köpek balıklarının ve tüm hayvanlarını hayatlarını ve yaşam mücadelelerini izliyorsam, bu programı da izlerim ben. Hayvanlar alemini izlemenin yanında insanlar alemini de izlemeyi seviyorum çünkü.  Bu iki program arasında herhangi bir basitlik farkı da hissetmiyorum açıkçası. (Toplum olarak belgesel izleyenleri Entel, evlilik programı izleyenleri de Dantel olarak nitelendirmemiz gayet komik geliyor bana göre)
Bu programlarda insanların kiminle nasıl tanıştığıyla veya tanıştığı kişiyle gerçek aşkı bulup bulmayacağıyla ilgilenmiyorum ben. Benim ilgilendiğim bölümler oradaki insanların yaşadıkları, hayatları, tesadüfleri ve dramları. Bu programda o dramları yaşayan bir çok gerçek örnek görüyorum. Örneğin 19 yaşında bir genç kızın 3 yaşındaki bebeğiyle beraber yaşam mücadelesini görüyorum, Ya da başından birkaç defa dini nikahlı evlilik geçtiği için saflığının bedelini nasıl ödediğini de görebiliyorum. Ya da ailesi tarafından terk edilmiş ve tek başına hayata tutunmaya çalışan gençleri görüyorum, Bir annenin yıllar önce çocuğunu terk edip gittiğini görüyorum ! Evli bir adamın gelip bir başkasına talip olduğunu görüyorum vs…
Dün yine aynı şekilde eve gittim, açtım kanalı ve başladım şömineyi yakmaya çalışmaya. Ve beni gerçekten çok etkileyen bir sahneye şahit oldum. Fiziksel engelli bir genç kız gördüm önce, Gözleri nasıl parlıyor anlatamam. Sadece gözlerini çekseler siz onun tekerlekli sandalyeye mahkum bir hayatı yaşadığını anlayamazsınız. Etraftaki bir çok sağlıklı kişinin gülemediği kadar içten bir gülümseme var gözlerinde. İçindeki umudu o kadar güzel gösteriyor ki gözleri bunu anlamayacak olana kör derim ben… Ve karşısına ilk defa bir talibi çıkıyor. Bu çocukta fiziksel engelli… elindeki çiçeği kıza uzatabilmek için başka birinden yardım istiyor. Ama gelirken çiçek getirebilecek kadar İNSAN ! Bu manzarayı gördüğümde gerçekten burnumun direği sızladı. Gözlerimden birkaç küçük damla yaş aktı onlar için. Ve onlar birbirlerine şans vermeye karar vererek çıktılar stüdyodan ! Ne mutlu bir an olduğunu anlatamam sizlere. (Ben evlenseydim ancak bu kadar mutlu olabilirdim) Hareket edebilmek için başkalarına ihtiyaçlarının olmasına rağmen o kadar mutlu olmuşlardı ki!
Bir de işin diğer boyutu var tabiî ki, Engelli kız programda akrabalarının ve tüm çevresinin kendisini nasıl yadırgadığından bahsetti… Nasıl ama ? Bu yadırgamayı yapan İNSANLARIMIZ, KOMŞULARIMIZ, AYNI HAVAYI SOLUMAK ZORUNDA OLDUĞUMUZ VE KENDİNİ İNSAN ZANNEDEN VARLIKLAR VE AKRABALARIMIZ… Bir engelli olarak yaşamanın ne demek olduğunu en ufak bir şekilde hissetmediğiniz çok belli, Hayatınızı idame ettirebilmek için bir başkasına ihtiyaç duymanın ne demek olduğunu anlayabilmek için EMPATİ kurmaya bile çalışmıyorsunuz. Çünkü sizler MUTSUZ insanlarsınız ve maalesef hayatınız boyunca da MUTSUZ olmaya devam edeceksiniz. Çünkü sizlerin yapmayı en çok sevdiğiniz şeylerin başında ŞİKAYET ETMEK var, Kendi sağlıklı hayatınızdan şikayet ederken Engelli insanlar içinde elinizden sadece ACIMAK gelir nede olsa !
Hissedildiği gibi yine çok sinirlendim. Aynen dün akşamki gibi çok üzüldüm. Bir engellinin kalbi olduğunu ve onunda sevmeye ve sevilmeye hakkı olduğunu ve hayatı paylaşabilmek için BİR NEFESE ihtiyacı olduğunu anlayamayacak varlıklarla aynı havayı solumak zorundayım çünkü.. Onlar istiyor ki O kız ve o çocuk engelli, Bu nedenle hayatları boyunca o 2 gencinde kendileri gibi hayatlarından şikayet etmeleri gerekiyor ! Çünkü onlara göre hayat böyle işliyor. Ve tekerlekli sandalyedeki bir genç kızın mutluluğunu bile kıskanabilecek bir insan olarak o kız hakkında utanmadan DEDİKODU yapabiliyorlar.
Diyorlar ki mesela ,” ay hiç utanma, arlanma kalmamış bu insanlarda, ay sen neyine evleniyorsun ayol” “Bir baksana haline ? neyine çıktın sen o kanala, koca bulacakmış PEH ! “
Tekerlekli sandalyedeki o genç kız, tüm etrafının, akrabalarının dedikodularına rağmen cesur bir şekilde o programa çıktı. Çünkü  o kız biliyor ki ; tekerlekli sandalyede olması, onun mutlu olmasına engel bir durum değil !  
Şimdi size sorarım ? Bu durumda bu 2 genç mi engelli ? yoksa onlar hakkında DEDİKODU yapan mutsuz insanlar mı daha engelli  ?
C.Y.

BLOG


Ortalama 2 ay önce girdim bu “blog dünyasına”, birkaç yıl önce de 1 gecelik bir denemem olmuştu aslında. Keşke daha önce tanışsaydım dediğiniz durumlar vardır ya hani. Bende aynen öyle hissediyorum şu günlerde. Eskiden iş dışındaki zamanlarımı sosyal paylaşım sitelerinde onun bunun resimlerine, paylaştıklarına bakarak ve daha çokta oyun oynayarak geçirirdim. Böyle geçip gitmiş günlerime bakınca üzülüyorum şimdi.
Sosyal paylaşım sitesi olan Facebook’a baktığımda sanki ortada bir şov hayatı var gibi görüyorum. Sanki ortada bir mizansen var ve bizde her gün bunu oynuyoruz gibi geliyor artık. Oradaki tüm arkadaşlarım ve ben de dahil mutlu, tüm resimlerinde gülen suratlar var ortada. Sürekli eğlenen orada burada yemekler yiyen, arkadaşlarıyla güzel manzaralı yerlerde bulunan, sosyal insan topluluğunu izliyoruz. Bu kadar mutlu bir hayatı izlemek keyifli aslında ama tam olarak gerçek gelmiyor bana. Çünkü kimse hüznünden, acısından bahsetmiyor, kimse henüz ağlarken çekilmiş bir resmini koymadı en azından…En azından ben o sitedeki kadar mutlu değilim...
Oysaki blog dünyasında tanıştığım insanlar var. Hiç tanımadığım ve büyük ihtimalle hiç tanışmayacağım kişilerin hayatlarını okuyorum bu sayfalarda. Bir kişinin yaşadığı bunalımları hissediyorum, bir gün kızının varlığından şükrederken diğer gün onunla gelen zorlukları anlatıyor örneğin. Çocuğunun hastalığından dolayı duyduğu endişeyi paylaşıyorum onunla, ya da diğer bir kişinin yurt dışındaki yalnız hayatını okuyorum. Kitaplara gömülüp, soru işaretlerini kitaplarda bulmaya çalışmasını görüyorum. Bir de o kitaplardaki en etkilendiği bölümleri yazıyor ya, benim de soru işaretlerime cevap oluyor aslında. Bazen de garip yazılar okuyorum. Belli ki yazanın kafası epey bir karışmış, yazmış yazmış ve sonuna da bir not eklemiş. “Bu yazıyı anlamaya çalışmayın” diye. Burada tanımadığım ama tanımaya başladığım insanların gerçek hayatlarını izliyorum kısacası. Bazen mutlular, bazen şikayetçiler, bazen umutları var, bazen de tüm dünyanın derdini sırtlarında hissediyorlar derken hep beraber yaşayıp gidiyoruz işte…
Bloglarda yazan insanlar tamamiyle kendileri için yazıyorlar ! Kendi kendilerine anlatmak istedikleri, paylaşmak istedikleri bir şeyler var çünkü. Bir nevi kendi dünyalarını yaratmışlar ve orada kendi kendilerine muhabbet ediyorlar gibi. Çünkü kendi sordukları sorulara kendilerinin cevap vermesinin başka bir açıklaması olamaz bence…
Bu blogtaki her bir İNSAN gibi bende ücretsiz terapi görüyorum son 2 aydır. Okuduklarım ve gördüklerimden dolayı benim gibi hisseden başkalarının olduğunu da görüyorum. Terapiye gidip doktora derdimi anlatacağıma bu satırlara yazıyorum tüm dertlerimi. Ne de olsa doktorda dinliyor, bu sitede dinliyor beni. Benim ilaca veya tavsiyeye çok ihtiyacım yok şu günlerde. Tavsiyeler havalarda uçuşuyor çünkü. Herhangi bir sorunum olduğunda belirtileri ve tedavi yöntemleri de elimin altında. İlaç kullanmam gereken bir düzeye de gelmediğim için. Sadece kafamdan geçen fazla cümleleri birilerine anlatma ihtiyacım var sadece. Bunu da konuşarak tam olarak istediğim şekilde yapamadığım için yazıyorum işte.
Kısaca durum böyle… Dün akşam yatağımda uyumaya çalışırken 70’li rakamlara ulaştığım için, “bir gün 365 yazı biterse ben ne yaparım?” sorusunu sordum kendime. Ve bu ihtimal beni üzdü açıkçası. Her güzel şey gibi, 365 yazınında çabucak bitmemesini diliyorum… 
C.Y.

19 Aralık 2011 Pazartesi

BELKI DE ?


Üzülme ! Buna da alışırsın… diyen büyüklerimiz. Ne güzel özetlemişsiniz çoğu şeyi. Bizlerin paragraflarla çözmeye çalıştığı olayları nasıl 1 cümle ile ifade edebilmişsiniz zamanında bilmiyorum. Tek bir cümle ile her şeyi bu kadar net açıklayabilecek düzeye nasıl eriştiğinizi de bilmiyorum.
Ama tahmin ediyorum ki; bizlerden daha çok huzurluymuşsunuz zamanında. Bizler kadar karmaşık bir beyne sahip olmadığınız da çok açık, Bizler gibi derinlemesine sorgulamamışsınız hayatı. Daldıkça boğulmamışsınız şimdiki gençlik gibi en azından…
Her durum ve her olay ile ilgili “Atalarımızın” 1 cümlelik kısa ve öz bir açıklaması vardır. Ölümle, sevmekle, unutmakla, acıyla, zamanla kısacası Hayatla ilgili tüm kavramların tam bir özetini çıkartıp bize vermişler gibi. Bakın biz yaşadık ve gördük işte hayat bu cümlelerdeki kadar basit demek istemişsiniz belki de…
Bizler de bu özetleri açma görevini üstlenmişiz nedense. Çünkü bizlere göre bu durumlar 1 cümlede anlatılabilecek kadar kolay şeyler değildi. Örneğin “Ölenle ölünmez” demişsiniz zamanında, aynen dediğiniz gibi ölenle ölünmüyormuş, ya da demişsiniz ki “Zamanla bu da geçer” ne doğru bir özetleme ama! Zamanla neler neler geçip gitmedi ki hayatımızdan. “Unutursun” dediğinizde sizi dinlemedik. Bu acı nasıl unutulur diye isyan ettik belki ama yine sizin dediğinize geldik ve “Unuttuk” tüm acılarımızı.
Her sabah güneşin yeniden doğacağını öğrendik öğrenmesine de, hala o gecelere alışamadık bir türlü…
Çünkü bizler sizin gibi değiliz artık. Ve ne kadar çok istesek de sizler gibi olmak için artık geriye dönemeyiz işte. Elimizin altında tüm olanaklar var, tek bir tıkla tüm bilgilere ulaşabiliyoruz. Sizlerin hiç bilmediğiniz yerleri görüyoruz bilgisayar ekranlarımızda ve sizlerin hiç tatmadığınız yemekler yedik bu güne kadar, sizlerin hiç okumadığınız kitaplar geçti elimize ve okudukça karmaşıklaştık belki de ! Sizlerin hiç duymadığınız müzikler dinledik ve bilgilerimizle birlikte hayallerimizde arttı sonuç olarak. Ve artık karmaşık, mutlu olamayan ve daha çok şeyi hayal eden bireyler olduk bu çağda.
Bazen köye gittiğimde benimle yaşıt olan kızları görüyorum. Onları gözlemlediğimde benimle aynı yaştaki bir kızın 2 çocuğu kucağında misafirliğe gittiğindeki mutluluğuna ben hala erişemedim diye kurmaya başlıyorum kendimi. Henüz o kız internet ile tanışmamış ! Çok fazla bir şey bilmeden gelmiş bu güne kadar. Yurt dışındaki bir çok yerin ismini duyduğunda oranın neresi olduğunu bilmediği için ne tepki vereceğini şaşırabiliyor örneğin. Evlendiği kocasının onun için “doğru erkek mi” olduğu sorusunu hiç kendine sormamış mesela ? Ya da oturduğu evden ve yaşadığı köyden memnun mu değil mi ? başka bir yerde yaşamayı istiyor mu gibi soruları da hiç sormamış kendine.
Çok iyi hissettiğim ve beni üzüntüye sokan bir durum var ortada. O gördüğüm genç kadın, 2 çocuğu ve eşiyle benden daha mutlu ! Onun misafirlikte içtiği türk kahvesinin zevki benim içtiğim türk kahvesinin zevkinden daha iyi !
O şekilde bir hayata doğmuş olsaydım belki daha mutlu bir hayata sahip olabilirdim. Ama bu hayata doğmuş olduğum için bu hayatta mutlu olabilmek için sorgulamalarımı azaltabilirim belki de…
Belki de öğrendikçe hayatımız karmaşıklaşıyordur.
C.Y.

O MAY GAT !


Hayatın biz insanlara neler getireceğini hiç bilmeden yaşadığımızı defalarca söylemiştim sanırım. Bir gün her zamanki gibi kalkarsınız, güzel bir Pazar sabahında afiyetle kahvaltınızı yaparsınız, ardından güzel bir tenis maçı yaparak duşa gidersiniz. Böyle güzel başladığınız bir Pazar gününün akşamında aklınıza SARIŞIN olacağınız gelirmiydi hiç ? Benim hiç gelmezdi açıkçası ama geldi işte…
Sadece saçlarımın uçlarını kestirmek üzere askeriyenin kuaförüne gitmiş ve sıramı beklemeye koyulmuştum. Sonra saçını boyatan bir kadına baktığımda uzun süreden beri saçlarımı boyatmayı istediğim aklıma geldi niyeyse! Ve kuaföre en iyi niyetimle acaba saçlarımı boyatsam nasıl olurdu diye sorma gafletine düştüm. Bu durumda kuaförün “fazlasıyla istekli” bir şekilde “aaa süper olur bence vaktiniz varsa deneyelim” cevabını niyeyse bir  “işaret” olarak algıladım işte L Kuaförle renk kataloğuna bakarken kendisine en iyi şekilde açıklamalarımı birer birer yaptım. “Bak ben esmerim ve  renk körüyüm ayrıca saçlarımı ilk defa boyatacağım. Bunun içinde EMİNMİSİN bu rengin bana yakışacağından. Sonra buradan rezil şekilde çıkmayayım” cümlelerini defalarca tekrar ettim.
Fakat karşımda kendinden fazlasıyla emin ve sürekli bir gülümseme tonu ile “hiç merak etmeyin bu saç size çok yakışacak, ben 9 yıldır bu işi yapıyorum lütfen bana güvenin”  cümlesini tekrar edip duran bir insan olunca mantığım bir an için devre dışı kaldı açıkçası…
Öncelikle belirtmeliyim ki : Ben esmer,  koyu kestane renginde lüle lüle saçlara sahip bir kişiyim… Daha doğrusu öyleydim eskiden L
Ve başladık işleme.. Neyin ne olduğunu bilmediğim için kuzu misali oturdum sandalyede. İlk sürülen boyanın saçımı “kusturacağını” söylemişti. Bende heyecanla kusacak saçın nasıl olacağını beklemeye koyuldum. Saçın kustuğunda ÇİĞ SARI olacağını bana niye söylemedin be gerizekalı… Neyse hala moralim yüksek bir şekilde bu saf çocuğun beni bu dükkandan sarışın olarak göndermeyeceğine inanmak istedim açıkçası. 2. İşleme geldi sıra. Ve uzun bir bekleyişin ardından yıkanan saçım hala SARI ! Suratımdaki gülümsemenin azaldığını belirtmeliyim bu arada. Sonra saf çocuk son işlem olarak esas boyayı süreceğini söylediğinde havalara uçtum… Ve 3. İşlemden sonra yıkanan saç ile bildiğiniz dünya başıma yıkıldı. Çünkü HALA SARI SAÇLIYIM L
Ve bunun üzerine geri zekalı (affedersiniz ama fazlasıyla hak ediyor !) “aaaa işte bu , bu saç size çok yakıştı” demez mi bana ? nasıl yani bu mudur ? Bu işlemlerin son hali bu mudur  ? Başka bir şey yapmayacakmısın ? sorularından sonra benim nevrim döndü zaten. Normalde tepki veremeyen ben ! kendimi sarışın olarak gördüğümde çocuğun ağzına sıçtım (çok pardon ama hak ediyordu) Ve utanmadan saf çocuk bana ne dese beğenirsiniz ? Saçlarımla kaşlarım arasındaki ton farkını göremeyecek kadar kör müsün sen ? soruma cevap olarak : “isterseniz saçlarınızı keserken kaşlarınızın rengini saçlarınızın rengiyle aynı tona boyayabilirim” dedi.
Hani bazı cinayetlerin affedilebilir yanı vardır ya. ! yoktur aslında ama bence olmalı! Bu çocuğu öldürmem gerekiyordu, Çünkü dalga geçer gibi beni sarışın bir hale getirdi ve hala sırıtıyor karşımda! Öldürseydim onu ! çok ceza almayacağıma inanıyorum. Hakimin karşısına o saç ile çıksaydım hakiminde kahkahayı basacağından hiç şüphem yok açıkçası.
Ve yine bir karar aşamasındayım. (Hani ben kararlarımı zor veren biriyim ya !) Arkadaşlarımla irtibat halindeyken yapıldı tüm bu işlemler. Ve 4. İşlemin saçımı yakacağını ve bu yüzden 1-2 gün bu saçın dinlenmesi gerektiğini bana söylediler. Ve seçmem gereken ya sarı ve yanmamış saçlar ile kafamda bere ile 1-2 gün geçirecektim. Ya da şu anda saçı kahverengine boyatıp kahve ama yanmış bir saça sahip olacaktım.
Bu durumda ben boyatmayı seçtim. Saçımın altı komple sarı olduğu için saç garip , karamel,sarı ve kahverengi karışımı bir hal aldı. Ama hayatım boyunca etmediğim kadar çok ettiğim dua sanırım saçımın yanmaması bölümünde işe yaradı.
Saçlarım yanmadı, garip, farklı ama kesinlikle sarıdan daha normal bir renk haline geldi. Şu an bu satırları yazarken bu yeni saç rengimle yazıyorum. Ve biliyorum ki hayatımın geri kalan kısmında boya ve benzerlerini bir daha görmeyeceğim. İnşallah görmem yani…
Şu anda ki tek dileğim üstteki kahve tonunun bir sabah kalktığımda akmamış ve alttaki sarı saçın çıkmamış olmasını ummak olduğunu belirtmeliyim.
Sevgili babam ve sevgili arkadaşlarım ve ben ; sayemde ne güldük beaa J
C.Y.