Büyükada’daki Aya Yorgi yokuşunu bilen bilir. Yeşillikler içinde uzanıp giden güzel bir yoldur. Ve bana söylenen rivayete göre yokuşun başında dileğini dileyip yokuşun sonuna kadar hiç konuşmadan çıkabilirsen dileğin gerçek olurmuş. Ben de ne var ki bunda demiştim. Alt tarafı bir yokuş çıkıcam ve ağzımdan çıt çıkmicak. “Bu ne kadar zor olabilir ki ?” diye ukala bir gülüş atmıştım. Bu benim için resmen çocuk oyuncağı…
Başladım yokuşu çıkmaya. Doğanın güzelliklerini görmeye çalışarak, gülümseyerek, etrafa baka baka ilerledim. Sağda solda yazan tabelalar gözüme ilişti. O kadar komikti ki arkadaşıma “yazıya bak” demek istiyor ve diyemiyordum. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Çünkü göz göze gelirsem dayanamaz kahkahayı patlatır ve o tabela yazısı üstünden geyik çevirmeye başlardık bir kere. Devam ettik. Sigaranın da etkisiyle nefes nefese kalmıştım bir kere. Ağzımı açıp “off çok yoruldum, şiştim” diyebilmeyi bu kadar çok arzu edeceğimi bilemezdim… Derken yağmur çiselemeye başladı. Ama tüm vücut direncim ve zorlu aktivitem yüzünden sıcak basmalarına mağruz kaldım. Ceketi çıkardım aldım elime. Ahmak ıslatan yağmurun altında gözlerimi yerdeki Arnavut kaldırımlarına odaklamış bir şekilde ilerliyordum. Arada kafamı kaldırıp baktığımda hala yolun sonu gözükmüyordu. Arkadaşıma dönüp “daha çok var mı?” diye soramamak ne zor bir şeymiş. Yapmamam gereken bir aktivite olduğu için aklıma gelen yüzlerce repliği kovalayıp “sonra gelin” demek ne zormuş meğersem. Benim gibi yapma denen şeyleri yapmaktan gizli bir zevk alan biri için konuşmama eylemi ne zormuş meğersem. Ama bir kere çıktık bu yola. Artık geri dönüşü yok. Ağzımı açarsam bir kere o zaman dileğim çöpe gidecek. Bunca yolu boşu boşuna çıkmış olacaktım. Kafamdaki ses sürekli konuşup beni zıvanadan çıkarma noktasına getiriyordu. Her zamanki görevlerini yapıyorlardı aslında. Bir taraf “sakın pes etme, devam et” derken diğer taraf bacak bacak üstüne atmış omzumdan bana ukalaca sırıtarak “ hadi kasma kendini, boşver ne var başaramamış olursun en kötü” diye konuşup dururlarken ayaklarımın, nefesimin ve vücudumun direnci gittikçe beni zorlamaya başladı. Sanki “of çok yoruldum” desem bir 50 mt’lik daha enerji depolayabilecekmişim gibi hissediyordum.
Derken yolun sonu gözüktü. Yolun sonunu ve o kiliseyi görmekten bu kadar zevk alacağımı bilemezdim. Ve yokuşun sonundaki yoldan çıktığımda tarif edemeyeceğim garip bir mutluluk, huzur ve dinginlik hakimdi üstümde. Artık ağzımı açıp konuşabilirdim ! Ama garip bir şekilde ikimizde ağzımızı açıp tek kelime bile etmeden sessizce kiliseye girdik. Mumlarımızı aldık. Dualarımızı okuduk, dileklerimizi tekrar ettik ve mistik bir havada dışarı çıktık. Manzara çok mu güzeldi yoksa içimden çıkan enerji yüzünden mi bu kadar büyülenmiş hissettim kendimi bilemiyorum…
O gün yaptığım bu farklı deneyim benim için bir ilkti ve dönem dönem gerçekleştirmek üzere bir kenara not etmiştim. Ne zaman beynim hata raporu gönderirse, dışarıdan ve içeriden gelen fazla sesler kafamı allak bullak etmeye başlamışsa, ne zaman dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimi hissettiğim bir döngünün içinde kendimi bulsam. Hep bu ritüel aklıma gelir ve ben kendimi sessiz moda alırım.
Sessizlik en zor aktivitelerden biri bana göre. Artık konuşmanın anlamsız kaçtığı durumlarda uygularım. Uzun zamandır konuşmuşumdur ve anlatmışımdır. Ne karşı taraflar beni anlamıştır ne de ben kendimi tam olarak anlayabilmişimdir. Sonuçta beyin bu ! Bir çok dış etken yüzünden çöplük haline gelir dönem dönem. Nasıl vücuda detox yaparız, beyne de yapmak lazım. Onunda arınmaya ve sesleri susturup içgüdülerini dinlemeye ihtiyacı vardır. Önümüzdeki günlerde doğru-yanlış kavramlarıyla ilgili, ya da hayatın herhangi bir bölümüyle ilgili konuşmayı ve paylaşmayı düşünmüyorum.
Sessizlik güzeldir… İnsanın içine dönmesi daha da güzeldir… Ve en güzel anlar zorlu sessizlik anlarından sonra içinde hissedilen huzur ve dinginlik duygusudur. Güneşe suratını verip bir anlığına sıcaklığı hissetmek kadar kısa ve mutluluk vericidir.
C.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder