365 yazı ve ben

365 yazı ve ben

30 Kasım 2011 Çarşamba

SAGLIK


Mide ağrısının sebebini biliyorsunuzdur sanırım. Sinirlenince mideniz ağrır. Ya da söylemek istedikleriniz içinizde kaldıysa sanırım boğazınız ağrır (gıcıkta oluşabilir) Kafanızda dönen tilkiler baş ağrısı yapar. Ve üzüntü anında alerjiniz başlar.
Aslında birbirimizi hasta ettiğimizin farkına varmalıyız sanırım. Sen benim midemi ağrıtıyorsun ben de gidip ötekinin başını ağrıtıyorum, ötekide gidip annesinin alerjisini tetikliyor, annesi de babasının tansiyonunu fırlatıyor derken hepimiz hasta oluyoruz işte.
Vücudumuza ve içindeki hücrelere hiç laf etmeyelim. Onların hiç suçu yok çünkü. Onlar hepimizde var olan hücrelerken neden bazı kişilerde daha çok etki ediyor acaba ? Neden bazı kişilerin sürekli başı ağrıyor ? yada midesi ağrıyor, yada dönem dönem alerjileri tetikleniyor ?

Başımız ağrısa hap alıyoruz, nezle olunca antibiyotiğe saldırıyoruz, midemiz ağrıdığında mide ilaçlarından medet umuyoruz, psikolojimiz bozulduğunda sakinleştirici alıyoruz. Ve aldığımız her ilacın sonunda bir sonraki rahatsızlığımızda o ilk ilacımız bize niyeyse etki etmiyor ! Çünkü bildiğim kadarıyla vücudunda ilaçlara alışması söz konusu, Mikroplar çakallar çünkü. Sen ona antibiyotik veriyorsun ya o mikrop o sırada o ilaçla savaşa giriyor ve bu savaştan daha güçlü bir şekilde çıkıyor. Bu nedenle bir sonraki seferde aynı ilaç aynı etkiyi gösteremiyor işte.
Şimdi diyeceksiniz. Tıpla uzaktan yakından alakası olmayan birinin bunları söylemesi ne saçma diye. Ama söylemek istiyorum işte. Napiim , bu kadar ilaç tüketilmesinden rahatsız oluyorum. Şimdi size garip şeyler anlatayım o zaman.
Ben dalış teknesinde çalışırken müşterilerimizden deniz tutanlar panikle yanımıza gelip, hemen tekneyi geri götürün ben çok kötü oldum alarmı verirlerdi. Bu durumda tekneyi geri götüremeyeceğimize göre verirdik deniz tutmasına karşı olan ilacı  hem müşteri rahatlardı hem de biz. Fakat bir gün yine aynı alarm ile koşan kadın için dolabı açtığımızda fark ettik ki ilaç bitmiş! Bu durumda ilaç vermemek olmaz diye ya tutarsa mantığıyla “Aspirin” verdik. Yarım saat sonra deniz tutması geçen hasta bize teşekkür ediyordu ! Çalışanlar olarak nasıl kandırdık ama kadını diye dalga geçerken fark ettim ki gerçekten kandırmışız.
Bademciklerin şişmesinin ne demek olduğunu bilirsiniz. Yutkunamazsınız. O kadar kötü bir ağrı vardır ki yutkunduğunuzda boğazınızda bıçakla kesilme hissini yaşarsınız. Bende bunu bir kere yaşamış biri olarak koşarak doktora gittim. Ve 6 adet iğne yemem gerektiği gerçeğiyle evime geri döndüm. 6 iğne yedim. Ve hastalığım iyileşti. 6 ay sonra yine bildiğim bu şişme durumu tekrar ettiğinde bu sefer başıma geleceklerden haberdar olduğum için iğne yemek yerine ne yapabilirim diye araştırdım. Ve sevgili internette buldum ki şişen bademciklere tuz sürülmesi durumunda iltihap kuruyormuş! Eve gidip denedim. Evet önce çok yandı ve acıdı. Ama ertesi gün geçmişti ! Ve o zamandan beri de bir daha hiç bademciğim şişmedi ! Eğer o 6 iğneyi bir daha yeseydim büyük ihtimalle ben 6 ay da bir aynı şikayetle doktorun yanına koşacaktım…
Bunun gibi bir çok şey paylaşabilirim burada. Gerçekten denenmiş ve başarıya ulaşmış koca karı ilaçlarını size anlatabilirim. Ama çıkış zamanım yaklaştığı için bu kadar örnek yeterli olur diye düşünüyorum.
Lütfen benim için hasta olduğunuzda hemen ilaca sarılmak yerine bir kerelik başka bir yöntem deneyin. Nezle olduğunuzda ilaçla da sürünüyorsunuz ilaçsızda sürünüyorsunuz. Bırakın vücudunuz  o mikropla savaşsın, siz onu antibiyotiğe bu kadar alıştırırsanız tembelleşen vücudunuz kanser gibi bir rahatsızlık durumunda
“Ben yıllardır çalışmıyorum be ablam, ilacını bul ver işte bana ne !!“ demesin sonra !
C.Y.

KOMPLİKE


Bu resmi uzun google araştırmalarım sonunda buldum. Çünkü anlatacaklarımı bu resimden daha iyi ifade edebilecek başka bir resim olamazdı diye düşünüyorum. Hepimiz biliriz kadın-erkek ilişkilerinin aslında zor bir ilişki olduğunu. Çünkü iki taraf çok farklı olduğu için orta yolu bulmakta bazı pürüzler çıkar ve yanlış anlaşılmalarda ilişkinin sosu haline geliverir.
Artık erkekler kadınların komplike bir canlı olduğunun farkına vardılar. Farkına vardılar varmasına da hala niye anlamaya çalışıyorlar hiç anlamıyorum. Bir kadın diğerini tam olarak anlayamayamıyorken, hatta bir kadın kendini bile bazı durumlarda anlamayabiliyorken bir erkeğin bir kadını anlaması Zeki Müren’in de bizi görmesiyle aynı durum değil midir ? Bu nedenle bırakın bizi anlamayıverin.
Hangi canlı bu kadar komplike bir hayat yaşamayı ister ki? Yani o kadar karışık ve zor bir hayatımız var ki bir de siz bize dert olmayın lütfen. Yapmamız gereken periodik işlerimiz vardır. Bazı ağrılar çekeriz, Ev işi, ekmek derdi, temizlik ve diğer tüm ev işlerini saymıyorum bile. Yok tırnak kırıldı, yarın ne giysem, makyajım elbiseme uydumu (Bu tarz durumlar pek bende olmuyor gerçi renk körü olduğum için, ama genel tabloyu yansıtmak amacım) Saçımı oraya mı atsam buraya mı atsam? Yoksa toplasam mı? Peki ayakkabı ne giyeceğim. Ona uygun çorabı bul. Çorabı kontrol et ki kaçmışsa rezil olmayasın! Yok boyan gelir, yok kuaför zamanın gelir yok selülitin başlar, eyvah kilo almaya mı başladım yine, off bu sivilce nerden çıktı şimdi, Peki Feriha  Emir’le barışacak mı ?
Gördüğünüz gibi yeterince zor koşullarda yaşıyoruz. Bu karışıklığın bir de psikolojik boyutu var ki siz rüyanızda görseniz bunun adı “kabus “olurdu kesin ! Sadece 10 dakikalığına kendinizi bizim yerimize koymanızı isterdim. Evet çok zor bir durum olsa da deneseniz hak verirsiniz belki de. Bizler hisli varlıklarız. Örneğin sevgilimizle kavga ettiğimizde sizin gibi arkadaşlarımızla kahkahalar atarak maç izlemek yerine bunalıma gireriz. Kız meclisi toplansa bile bu duruma çözüm bulamayız. Siz bir laf söyledikten sonra devlet meselelerine dönebilirsiniz ama biz o laf üzerinden 8 çeşit ima buluruz. Bu bulduğumuz imalardan 7 tanesi kötü niyetle bize söylenmiş olduğu için 7 imayı tek tek kurar ayrı ayrı üzülürüz. Sonra kalkıp niye laf sokuyorsun dersiniz. Ee doğru tabi sen maçtaki ofsayt pozisyonunu tartıştığın anlarda ben bu 7 ihtimali sana nasıl yedireceğimin planlarıyla uğraşıyordum çünkü !
Siz düşünürsünüz ki! Sizin doğrularınız ve yanlışlarınız vardır. Ona ters hareket edilmişse o zaman hemen ceza kesilmelidir. Oysa ki bizlerinde doğruları ve yanlışları vardır. Sonuçta biz de insanız ve bir karakterimiz var yani. Sizlerle konuşmaya çalışırız örneğin. Niye bunu yaptın demek yerine dolaylı yoldan size soruyu sorarız. Halbuki kabahat bizde direk sorduğumuz da bile anlayamıyorken dolaylı sorulara ne gerek var ki aslında. Sizler için Evet – Hayır kelimelerinin tek anlamları vardır. Ama bizler için evet ve hayır sonsuz anlamlardadır. Size evet dediysek aslında evet değil hayır demiş olabiliriz. Hayır dersek evet demişte olabiliriz. Bu durumda bizi anlamaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu yine fark ettim şimdi...
Sadece birkaç taktik vermek istiyorum sizlere. (Malum işinize yarar belki)
Bir kadın sizinle hala konuşuyorsa, kavga ediyorsa, laf sokuyorsa o zaman hala umut vardır. Bu durumda sevinmeniz gerekir. Çünkü hala sizi seviyordur ve ortadaki sorunu çözmeye çabalıyordur! Ama ne zaman ki artık sessiz kalmıştır. İşte tam o noktada üzülmeye ve başınızı duvarlara vurmaya başlayabilirsiniz. Çünkü artık kafasında bu sorunları çözemeyeceği fikrini oturtmuş ve bu savaştan vazgeçmiş demektir !
Bir de anlayamadığınız durumlarda derin bir nefes alarak onu sevin. Çünkü karşınızda çırpınmasının tek sebebi sevgi eksikliğindendir…Anlamaya çalışmayın sadece sevin. Emin olun ki siz onu severseniz o sizi daha çok sevecektir.
Kısaca kefelerden biri ağır gelip onun dengesini bozarsa diğer kefeye biraz sevgi koymanız yeterlidir.
C.Y.

29 Kasım 2011 Salı

TESEKKÜRLER


Şimdi bir konuya değinmek istiyorum. Önce değinip sonra kaçmam gereken bir konu aslında. Biraz sıyırma yazısı gibi belki de, belki şuan pek bir pozitif olduğum için bu konuya değinmeyi unutabilirim bile. Belki de aslında anlatmak istediğim konuyu şu anda unutmuş bile olabilirim. Neyse devam edelim.
Şimdi yazmak istediğim konuyu uzun uzun düşündüm. Ve artık bu konuyu yazmam gerektiğine karar verdim. Bugün bu yazıyı yazmazsam bir daha yazamayabilirim gibi hissediyorum. (Derken yazamayacağım sanırsam)
Niye olumsuzları çatır çatır yazarken olumlu olan şeyleri yazamıyorum. Böyle hınk!diye boğazıma düğümleniveriyor tüm iyi cümleler. Neden negatifleri haykırabiliyorken, pozitiflerde sesim kısılıyor acaba? Ama şuanda debelensem de yazıyorum işte bir şeyler. Bu yazının içindeki pozitifler var ya işte onları çok ama çok seviyorum. Hınk ‘bu bir itiraf mektubu olacak sanırım. Daha önce hiç bu kadar sevgi patlaması yaşamadığım için resmen dumur oldum…
Öncelikle bu bir teşekkür yazısıdır. Hepinize tek tek geceleri yatağıma yattığımda teşekkür ediyorum aslında. Ve okuduğum dualardan sonra Tanrı’ya sizlerin varlığınızdan dolayı şükranlarımı da iletiyorum ama, kulaklarınızın çınlamasından öteye gitmediğinin farkındayım kısacasın. Hınk!
-Öncelikle bu sabahın köründe bana “I love you” mesajı atarak mutlu uyanmamı sağlayan kankam seni tüm uyuzluğuna rağmen seviyorum. Bazen baş ağrıların çekilmez olsa da,Genellikle randevularına hep geç kalsan da !, Gençliğimi seni beklemekle tüketmiş olsam da ! burçdaşım olarak bana hiç benzemesen de , yanında huysuz suratımla saatlerce oturabildiğim ve beni sorgu suale çekip sıkmadığın için teşekkür ediyorum. Biliyorsun Sen benim kalbimin sağ kapakçığındasın. Hınk !
-Tüm gün şu alışveriş sitelerine bakıyorsun ya ! sen de haklısın be cnm. Karşında benim gibi bir manyakla çalışmak zorundasın. Sen bakmayacaksın da kim bakacak o sitelere, Her ruh hali değişimimi çekmek zorundasın.  Kahkaha patlamamın ardından melankolik ruh halimi görüyorsun ya daha ne olsun. Sen benim en sevdiğim karşı komşumsun. Bu ofiste bır bır benimle konuşmadığın için, beni kendi halime bıraktığın için, arada elimden tutup beni gezdirdiğin için ve fortune teller gibi her olacağı önceden söylediğin için seni seviyorumJ Hınk!
-Biraz dağınık olsan da ! Evin her yerini ıvır zıvırlarınla doldursanda, Gereksiz ne varsa alma hastalığın olduğu için alsanda  (O çamaşır toplarını iyi ki almışsın bu arada kızdığım için üzgünüm) Bir yumurta bile kıramasan da. Her şeyi “Devletten” beklemek yerine bir odanı bile toplamasan da seni çok seviyorum babacım. Bir de yarıştan yorgun argın geldiğimde o şömineyi yakmış oluyorsun ya işte en çok o zaman seviyorum. İyi ki benim babamsın, ve iyi ki bu kadar iyi bir insansın. Hınk!
Heyy büyük gözlü olan. Evet sana sesleniyorum.! Çoğu zaman çağrışsan da, Noodle ı halıdan yemeyi sevsen de, oyunlarda Amerika stratejisini uygulasan da, Benim duygu durumumla ilgili “Ne yapsa yeridir” desende J O salatalıkları pek güzel sarıyorsun beaa… Bu blogu sayende açtım. Sen dedinki kendine hedef koy. İşte o cümlede ampülümü yaktın ya ! daha ne olsun beaa. İyi ki senin gibi çağrışımsal bir varlıkla tanışmışım. Bu nedenle seni seviyorum. (Bir de 1 saate geliyorum diyip 2 saate gelmesen :P)
Ve gelelim sarışına, Sen böyle hep gülüyorsun ya bir gün o sırrını ele geçiricem. Ben senin kadar gülemiyorum ama  L Kısaca “Bir gün olacak J seni de seviyorum.
Aslında şimdi fark ettim ki sevdiğim ne çok insan varmış ( Ben içimdeki insan sevgisinin azaldığını düşünmüştüm halbuki) Burada isim veremediğim için kısa kısa değineyim demiştim ama yazı çok uzayacak. Heyy küt saçlı olan enerjik ! senin enerjin tüm Türkiye’ye yeter J Ve bana yemek getiren komşum. Seni de seviyorum. Özellikle mantılarına hastayım haberin olsun.
Bu kadar teşekkürün sonunda esas teşekkürü en sona bıraktım (Ben sevdiğim yemeği en sona saklarım )
Beni bu kadar yıldır çekiyorsun ya. Sen Peygamber gibi insansın. Bir ananem bir de sen ikiniz de cennetliksiniz sanırsam. Senin psikolojini bozmaya başladığımın farkındayım. O kadar dengesizim ki çoğu zaman seni severken öldürdüğümün farkına bile varamıyorum ( Hınk öldü galiba) Biri bana seni sorsa nasıl biridir “O” dese ! cevabım. “Beni, benim kendimi sevdiğimden daha çok seviyor” olurdu.  Daha ne olsun dimi ama. Bu yüzden bu güne kadar ki tüm ekşınlarım için ve bundan sonra çıkaracağım tüm ekşınlarım için çok özür dilerim. Ama sende kabahat Kankam seni uyarmıştı. Kaç kurtul bundan diye. Bu arada bir kankanın böyle konuşmasını da kınadığımı belirtiyorum !!
Hınk!
Bu kadar işte. Daha çok sevdiğim insan var şu hayatta. Ama hepsini buraya yazamam sonuçta…
Ama en azından bir başlangıç yapıp boğazım düğümlense de negatif yerine pozitif olarak haykırdım işte.
Hepinizi çok seviyorum. İyi ki benim hayatımdasınız. Evet sizler için zor bir durum ama napalım hayat  J
FFFTEŞEKKÜRLER
C.Y.


GÜLÜMSE


Belki inanmayacaksınız ama ilk defa bir tenis maçında zevk aldım! Hani dün demiştim ya acaba kaybettiğim puanlardan sonra kahkahamı atsam diye! Denedim ve oldu. Korttaki sinir olduğum sarışın düşmanıma karşı bile içten şekilde gülümseyerek başladım oyunuma. Ve tek odaklandığım şey zevk almaktı J
Korta çıktığımızda sürekli kesen sarışın düşmana ve partneri süper oyuncu tenis hocasına karşı ısınmamızı tamamladıktan sonra maça başladık. Hata yaptığımda kıkırdadım. Daha çok kıkırdadım, hatta suratımda sürekli sırıtan ifade olmasından dolayı sanırım karşı tarafın morali de bozulmuş olabilir.
Ve ne oldu biliyor musunuz ? Aklımda maç sayıları yerine zevk almak olduğu için bir bakmışız ilk seti biz kazanmışız !!  Hatta seti aldığımızda ben önce anlayamadım. Partnerim gelip beni tebrik ettiğinde nasıl yani kazandık mı seti dedim. Gerçekten kafam o sırada sanki orda değil başka bir yerdeydi demek kiJ
İkinci ve üçüncü seti kaybettik. Ama gerçekten zevk aldım. Toplara koştum, yetişemesem de, Taktik yaptım, iyi yerlere toplar attım ve kendimle gurur duydum. Bu nedenle artık iyi tenis oynamaya çalışmaktansa kortta daha çok gülümsemeyi öğrenmem gerekiyor. (Ne zaman ki ben kendime kızmaya başladım, sayılarda birer birer elimden kaçtı bu arada L
Demek ki teniste birinci kural gülümsemek ve motivasyonmuş ve ben ilk defa bunu yaşadım. Maç bittiğinde iki tarafta gülümsüyordu. Eller sıkıldı ve dostça muhabbet edildi. Demek ki kortu savaş alanı yerine spor alanı olarak görsem daha iyi olacak.
Ayrıca eve gittiğimde ağlamadım. Ne salaksın kelimeleri kullanmadım. Ve en önemlisi de tenisi kendime işkence haline getirmedimJ
Bir yerde okumuştum.” Hayat, varmak istediğiniz amacınıza ulaştığınız nokta değildir. Hayat o noktaya ulaşana kadar geçtiğiniz yollardır “ diyordu. Ben hep yolun sonuna odaklanmışım. Ve yürümekten zevk alamamamın sebebi “neden hala oraya varamadım” diye söylenip durmammış demek ki…
Görüldüğü üzere bugün mutluyum. En azından bugünlük kendi kendime söz verdim. Şikayet etmeyeceğim.” Bu niye böyle” “acaba böyle olsa daha mı iyi olurdu” “benim burada ne işim var” cümlelerini bugünlük söylemeyeceğim.  Kurmak ve söylenmek benim en büyük zevklerimden biri olmasına karşın bugünlük vazgeçiyorum…
Alt tarafı ağzı gererek yapılan bir gülümsemenin önemini biliyor fakat hala tam olarak kullanamıyorum niyeyse. Bazı günler o kadar somurtkan oluyorum ki aynada kendime baktığımda “ne kadar çirkinsin” diyebiliyorum. Oysa ki gülmek insanı güzelleştiriyormuş ve bilmem ne hormonunu salgılayıp anının daha iyi geçmesine yardımcı oluyormuş. J
Sanırım bu gülen çocuğun resmini masaüstüme kaydederek işe başlayabilirim. Ona her baktığımda gülümsemeyi hatırlarım belki…
C.Y.

28 Kasım 2011 Pazartesi

VİCDAN


Bir varmış bir yokmuş…
Bir meşe ağacı olarak doğmuş yıllar önce. Kocaman meşe ağacının dallarından biri olarak mutlu mesut yaşamış çocukluğunu. Sonra bir gün ailesinden koparılmış ve bu küçük odaya getirilmiş. Özenle verilmiş ustasının ellerine. Önceleri üzülmüş ailesinden ve topraklarından uzaklaştığı için. Ama zamanla bu gözlüklü ve yaşlı amcaya alışır olmuş. Sırasını beklemiş uzun bir süre. Ve sonunda bu yaşlı amca almış onu ellerine, Her köşesini özenle şekillendirmiş. Önceleri bu da canını acıtmış ama her şeye, her acıya dayanır olmuş bir kere. Bu acıya da alışmış zamanla. Sabahları onun elinde olmayı ve onun hayal gücüyle şekillenmeyi sever hale gelmiş.
Zamanla tüm vücudu ortaya çıkmış, kıvrımları tıpkı rafta duran diğerlerine benzemeye başlamış.  Sıra suratına geldiğinde daha çok uğraşmış sanki ustası, İçindeki hüznü yansıtmak için daha bir özen göstermiş gözlerini yaparken… Ve bittiği günün akşamı keyif sigarasını yakarak izlemiş yeni oyuncağını. İçinin ürpermesini engelleyememiş o sırada, Onun gözlerine baktığında kendi hüznünü görmüş, Kaybettiği geçmişini, anılarını, keşkelerini hatırlamış. Keşke “kendi hayatımı da bu oyuncağı şekillendirdiğim gibi şekillendirebilseydim”  diye iç geçirmiş.
Oyuncağına son bir kez bakıp evinin yolunu tutmuş, Havanın karardığını fark etmemiş çalışırken. Soğuk ve karanlık yol boyunca geçmişin ayak izlerini takip etmiş sanki. Apartmanın merdivenlerini çıkarken nefes nefese kaldığında artık sigarayı bırakması gerektiğini düşünmüş içinden. Bu kadar sigara onun sonunu getirecek bu gidişle… Bir nefesle çıktığı evinin kapısını açmış. Bomboş bir ev yine onu bekliyor işte. Bu evin sessiz ve boşluğuna alışamamış hiç. Bir nefese o kadar ihtiyacı varmış ki. Zamanında yaptığım yanlışların bedelini çekiyorum diye düşünmüş. Mutfağa girdiğinde kurumuş peynirden gelen keskin kokuya dayanamayarak kapıyı ardından çekip salona geçmiş.
Bu evi sevmiyordu galiba. Sevmediği ev miydi, yalnızlığımıydı biliyordu aslında.
Bu nedenle oyuncaklarına bu kadar bağlanmıştı son yıllarda. Onları kendi ailesi gibi görmeye başlamıştı. Olmayan ailesinin yerine koyuyordu her oyuncağı. Bazısına mutlu ifade, bazısına hüzünlü ifade oturtuyordu kafasında. Ama son yaptığı oyuncakta onu rahatsız eden bir şey vardı sanki. Onun suratına baktığında içinin ürperdiğini hissetmişti. Garip bir şekilde bu oyuncak aynen kendisine benziyordu. Suratındaki ifadeyi günlerdir yapmaya çalışmıştı. Sonunda kendi ifadesini mi oturtmuştu acaba oyuncağa…
Boş salonda her zamanki yalnızlığıyla uzun uzun düşündü kafasındakileri. Ve kalkıp yatağına uzandı. Burada ölsem kimsenin haberi olmaz dedi içinden. Ne acı ama yıllar önce o hataları yapmasaydı şimdi böyle mi olurdu acaba hayatı…
Soğuk yatağında evladına ve eşine yaptıkları aklına geldiğinde vicdanını temizleyecek hiçbir şeyin olmadığını yeniden anlamış oldu…
C.Y.


POFFF


 “Güzelliğine güvenme bir sivilce yeter” derlerdi sanırım. Bu lafı neden söylediklerini çok iyi anladım. Gerçekten bir sivilce tüm güzelliğini ve hayat sevincini götürebiliyormuş demek ki. Kaç gündür tek derdim sivilcem. Onu umursamamaya çalışsam da aklımdan çıkmıyor bir türlü.
Tıp ve teknoloji bu kadar ilerlemişken alt tarafı bir sivilceye nasıl hala çözüm bulamıyorlar anlayamıyorum. Sözde sivilce kremi olarak geçen kremde etrafıma bulaşmaktan başka hiçbir işe yaramıyor doğrusu. Sanırım ben takan biriyim. Taktım mı bir kere vazgeçemiyorum düşünmekten. Dün sivilce bunalımım yüzünden odamda boş gözlerle dolanırken Tanrı’dan sivilcemi yok etmesini diledim. Ama pazarlık yapmaktan da kendimi alamadım. “Tanrım ilk dileğim şu sivilceyi yok etmenizdir. Bu işten kurtulduktan sonra diğer dileklerime geri dönebiliriz” dedimJ
Aslında itiraf etmem gerekirse bunalımımın tek sebebi sivilcem değil. Belki sivilcem bunalıma girdikten sonra bile çıkmış olabilir. Benim derdim başka kısacası. O kadar büyük bir derdim var ki çözemiyorum ve işin içinden bir türlü çıkamıyorum.
Tam olarak derdim. “Ortalama sorunumun olması” Ortalama sorunu tam ifade olmayabilir belki ama derdimi ifade edebiliyor en azından. Girmiş olduğum tenis turnuvasında tam bir hezimete uğradım. Bir önceki maçımda çok daha iyi bir kadınla oynamış ve gerçekten güzel bir tenis ortaya koymuştum. Fakat bu maçta sanki tenise yeni başlamış biriyle aynı seviyedeydim. Elbette ki top yuvarlaktır. Ve bazen kazanır bazen kaybedersin. Ve oyunun her zaman aynı olmaz ama bir oynadığın oyunla diğeri arasında hiç mi benzerlik olmaz be kardeşim.
Bir oyunda en iyi seviyedeyken diğer oyunda nasıl başlangıç seviyesine düşebilirsin ki ? Dün akşam izlediğim Federer-Tsonga maçında da gördüğüm gibi. Spor İstikrar meselesidir. Tsonga servis, güç, kondisyon açısından iyi taraf olmasına karşın maçı istikrar sahibi ve soğukkanlı Federer aldı. Federer’in tüm rekorları kırmasının sebebi de bu istikrarı. Karşısında kim olursa olsu standart oyunuyla sonuna kadar mücadele ediyor. Ve soğukkanlılığıyla adını tarihe yazmış oluyor işte.
Bu akşam çiftler maçım var. Artık karnımda kelebekler uçuşmuyor. Yenilmeye alıştığım içinde kelebekler kaçmış olabilir aslında. Kısacası heyecan yok. Ama derdim maç yaparken zevk alamamak. Babam maçlardan sonra hep aynı cümleyi kurar. “Bu oyundan çok zevk aldım” Yani tüm tenisçilere soruyorum. Bana işkence gibi gelen bu aktivitenin neresinden zevk alıyorsunuz ki. İnsan maçın en önemli sayısını atarken kendi kendine “Benim burada ne işim var beaa” dermi hiç ?
“Niye bu topun peşinden koşmak zorundayım””Bu stresi çekmek için bir de üstüne para veriyorum” “Şimdi daha mutlu ve huzurlu olabileceğim bir koltukta oturmak varken niye bu kortta çığlık çığlığa bağrınıyorum” işte ben maç yaparken kafamdan bu cümleler geçiyor.
Hayatım boyunca hiçbir turnuva maçından zevk alamadım. Turnuva dışında oynadığım tenisten zevk alabiliyorum. Ama işin içine  “yenilme“ve “elenme” kelimeleri girince benim için işkence vakti de başlıyor kısacası.
Bu akşam çiftler maçımda benimle oynayacak partnerim bu teklifi ben iyi oynuyorken yapmıştı. Son maçımı izlemediği için bu akşam onunda başını yakacağımdan henüz habersiz J
Bu akşam farklı bir şey deneyeyim o zaman. Bu maçtan zevk almaya çalışayım. Kaybettiğim toplardan sonra kahkaha atsam nasıl gözükürüm acaba ?
Kısacası esas sorunum şu ki.” Tenis oynayabiliyorum” diyerek kendimi iyi hissetmek yerine. “Salak gibi tenis oynuyorum” demeyi tercih ediyorum!!
C.Y.




25 Kasım 2011 Cuma

ASTRAL SEYAHAT


Bu blogta yazılanların bir delinin günlüğü olduğunu zaten biliyorsunuzdur. Bazen farklı boyutlara istem dışı gidebilen bir kişilik olduğumu da hissetmişsinizdir.
Dün gece benim için çok ama çok garip bir geceydi ! (Geceler benim için hep garip geçiyor ya neyse işte) 1 kaç yıl önce Astral seyahat yolculuğunu yaşamış biri olarak bu tarz durumlardan hala korkuyorum niyeyse.
Tüm gece “huzursuz bacak sendromum” tuttuğu için sürekli dönerek bacaklarımı rahatlatmaya çalıştım. Bu sendromu yaşayanlar bilirler stres ve sıkıntı yaşadıysanız gece yatmanın ve sabit kalmanın ne kadar zor bir durum olduğunu. Yine öyle bir gece geçiriyordum işte. Bir sağa bir sola dönerek, bacaklarımı kasarak bu işkencenin bir an önce bitmesini ve uyuya kalmayı beklemekten başka yapabileceğim hiç bir şey yoktu sonuçta…
Sonra bir şey oldu. Tam olarak bir boyuttan diğer boyuta geçme anımı size anlatamayabilirim. Bu boyutta neler hissettiğimi de anlatamayabilirim. Çünkü bu durumu henüz ben bile tam olarak anlayamadım. Belki vücudunuzdaki kanın çekilme hissi gibi, ya da bayılma hissi gibi, yada tüm vücudunuzun bir anda koyvermesi gibi bir durum olarak belirtebilirim kısacası.
Farklı bir boyutta olduğuma emin olarak bekledim. Ne olacağını. Bir yandan “kitapta okuduklarımla ilgili bir rüya yolculuğuna mı çıktım” diye sorarken, diğer yandan “uyumuyorsun ki rüya göresin” diyerek tezimi kendim çürüttüm.
Bir yerde tutunarak düşmemeye çalıştım, bir yerlerden süründüm. Yürümeye çalıştım fakat ayaklarımı kontrol edemediğim için sürekli düştüm. Ve vücudumun aldığı çizik ve darbeleri sonuna kadar hissettim. Ve kendi kendime “bu olay çok sık olmuyor bu nedenle kendini rahat bırak ve gitmen gereken yere git” diyerek sakinleşmeye çalıştım. gittiğim yer ; Rahmetli dayım bir yatakta yatıyor. Hasta olduğunu söylüyorlar ve Rahmetli annem ve tüm akrabalarım etrafında oturmuş ağlıyorlar. Ama ortada bir gariplik var çünkü dayımın üstü tamamiyle beyaz bir örtüyle örtülmüş durumda !
Şu anda neden bilinçaltımın oraya gittiğini daha iyi anlıyorum. Ben henüz küçük bir çocukken dayım vefat etmişti. Çok iyi hatırlıyorum akşamüstü saatlerinde köye gitmiştik. Evin etrafında herkes ağlıyordu. Sonra salona geçtik. Ve “Dayımın cansız bedeni salonun tam ortasına getirilmişti !!” “Sabaha kadar bu salonun ortasında kalmıştı” “Dayımın suratı açık vaziyette salonda yatıyordu” “Bir ölü ile salondaki insanlar” ve ben küçük bir çocuk olarak ne olduğunu anlayamamıştım. Tüm kadınlar ağıtlar yakıyorlardı. “Annem dayımın cansız suratını öperek ağlamaya başladığında” bende annem ağladı diye ağlamaya başlamıştım. Benim gibi küçük bir çocuğun bir ölünün yanında ne işi vardı bilmiyorum. Ama sanırım büyükler kendi dertlerine düşmüş ve beni odadan çıkartmayı unutmuşlardı”
Bilinçaltımdan fırlayıp gelen bu anıyı gece olduğum yerde fazlasıyla yaşadım. Bu nasıl bir şey şöyle açıklayayım. Yıllar önce size bir bıçak saplasam, Ve doktorlar bıçağı çıkartıp sizi ameliyat etseler ve eski sağlıklı halinize dönseniz. Normal hayatınıza devam etseniz. Ve başka bir boyuta geçtiğinizde O anı yaşadığınızda bıçağın size saplandığı anki acınızı tekrar aynı gerçekliğiyle hissedebilirsiniz.
Dün geceki yolculuğumda benim en çok etkilendiğim bölüm bu olmuştu. Aslında başka yerlere ve başka zamanlara gitmek gibi bir şansım vardı ! fakat ben bu durumdan “korktuğum” için gitmek istemiyordum işte. İçimdeki korkuyu giderebilsem ve bu seyahatler durumunda kendimi rahat hissedebilsem bir çok yere ve bir çok zamana gidebileceğime inanıyorum. “Ama bu durumun olmasından korkuyorum” Hem merak ediyorum hem de korkuyorum işte…
Bu durumdan korktuğum için bu boyutu terk etmeye karar verdim. Ve bir anda yeniden bir kan çekilmesi hissiyle yataktan kalktım! Kalktığımda vücuduma, karnıma baktım. O yaralar gerçekmiydi diye. Sonra dolanıp yeniden yatağa yattım ve bunu bu gece bir daha yaşamak istemediğimi içimden tekrar ederek uyumaya çalıştım.
Burada yazılanların fantastik bir hayal ürünü olduğunu düşünebilirsiniz. Veya benim rüya gördüğümü ve bu rüyayı size anlattığıma da inanabilirsiniz. Fakat rüya ile Astral seyahat arasındaki farkların farkında ve bilincinde olabilecek bir kişiyim.  Bu durumu yaşamadan benim ne yaşadığımı da anlamanız ve hissetmeniz imkansız aslında.
Bu durumu yaşamanızı dilerim. Farklı bir boyutta, zaman ve mekan sınırı olmadan ve en önemlisi de “Korkmadan” bu yolculuğu deneyimlemenizi çok isterim…
C.Y.


24 Kasım 2011 Perşembe

BEKLEYİŞ


Tam 4 gün olmuştu. Bu şekilde terk edilip gidişinin üzerinden koskoca 4 gün geçmişti. Aslında yalnız değildi terk edilirken, etrafı diğerleriyle doluyken neden bu kadar yalnız hissediyordu ki acaba. Şöyle buz gibi bir suya o kadar çok ihtiyacı vardı ki.Hele bir de sıcak su olsaydı ondan mutlusu olamazdı bu dünyada.
Hiçbir şey yapamadan sadece hareketsiz şekilde beklemişti 4 gün boyunca. Birinin gelip ona dokunması ve onu kurtarması için. Fakat değil birinin gelmesi odanın ışığı bile hiç açılmamıştı. Daha önce hiç bu kadar kötü olmuşmuydu diye düşündü. Ve unutmaya çalıştığı o kötü anısı geldi aklına. Nerden gelmişti ki şimdi bu anı. Zaten yeterince zor 4 gün geçirmişti.
“O”nun gözünün önünde kayıp gittiği an canlandı gözünde. Her günkü normal bir güne başlamışlardı. O her zamanki gibi sağ yanındaydı. Mis gibi, tertemiz  şekilde onun hep sağ yanında olmasından dolayı gizli gizli zevk alırdı. Ona bakar ve ışıltısında gözlerinin kamaşmasından mutlu olurdu işte. Aşk böyle bir şey miydi acaba ?
Bir kere yanında konuşulmuştu. Aşk kelimesini ilk kez duyduğunda çok heyecanlanmıştı. Nasıl bir şeydi acaba, tadı nasıldı, aroması nasıldı peki, acımı tatlı mı tadı vardı, peki ya rengi neydi? Şu garip mavi renkli şeylere benzemiyordur inşallah, O mavi renkliyi bir türlü sevememişti çünkü. Hayatta her şeye alışılır bir ona alışılmaz derdi hep…
Bu 3 harfli kelimeyi duyduğu günün ertesi günü gelmişti “O” yanına. Gururlu bir şekilde gelip sağ yanına oturmuştu. Uzun boylu ve dik başlıydı. Diğerleri gibi esnek olmadığı için dikkatini çekmişti. Hepimiz aramızda onun nasıl olurda bu kadar uzun boylu olupta bu kadar dik durabildiği hakkında dedikodu yapmıştık. O ise hiç pas vermedi bize. Belli ki pek bir ukalaydı.
Onun ukalalığına aşık olmuştu galiba. O dik başlı, güçlü görüntüsü içine büyük bir güven verirdi. Sanki paramparça olsa bile gelip onu kurtaracak kadar güçlü hissederdi. Her sabah yanında olurdu. Ukala şekilde günaydın der kafasını çevirirdi. Dışarıda hava kararmaya başladığında onun içinde özlem vakti yaklaşırdı. Her hava karardığında giderdi yanından. Tüm akşam boyunca olmazdı. Sağ tarafında onu görmeden de gözüne uyku girmezdi işte. Ne zamanki vakit gece olurdu o zaman yanına gelirdi yine. Mis gibi kokardı. Yeni yıkandığı belli olduğu için kıskançlık krizlerine girerdi. Ama elinden hiçbirşey gelmediği için bu duruma alışmaya başladı zamanla. Her akşam onun yolunu beklemek hayat sevinci olmuştu demek ki. Yeter ki gelsin. Yeter ki sağ yanına uzansın. Yeter ki sabah yanında uyansın isterdi sadece. Onun sevmesinin ne önemi vardı ki, benim sevgim ikimize de yeter derdi hep.
Ve o lanet gün geldi… Aşkının elinden alındığı  18 mart günüydü. Hayatta en sevdiğinin gözlerinin önünde yok olmasını saniye saniye izlemişti. Ve hiç birşey yapamadı işte. Sadece bunun gerçek olmaması için dua etmekten başka ne yapabilirdi ki…
“O” gitti. Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı bir daha. Sabahları güneşin doğmasından, akşamları güneşin batmasından rahatsız olur hale geldi. Keşke şu an burada olsaydı. Ve beni kurtarsaydı…
“Sen burada olsaydın ben şu anda bu durumda olur muydum hiç… “dedi ve bu bekleyişin sona ermesi için dua etmeye başladı. Dua etmekten başka ne yapabilirdi ki. Zaten yeterince cüsseli olan vücudunu zayıf bacakları daha ne kadar taşıyabilirdi ki. Hem bu kötü kokudan dolayı da bayılmak üzereydi artık. Bu koku hem başını ağrıtıyor hem de tüm vücudunu yapış yapış hissetmesine sebep oluyordu.  Temiz bir şekilde yatağına uzanacağı günü beklemekten başka ne çaresi var ki.
“Keşke bu kadar şişman olmasaydım” dedi içinden. Bu kadar şişman olmasaydım bu kokuya ve bu tatlara katlanmak zorunda kalmazdım diye düşündü.
Keşke “O” nun gibi doğsaydı, Keşke o yanında olsaydı.
NOT: Bu yazımda anlatılan karşılıksız aşk hikayesi anladığınız üzere “Şarap kadehi” ile “Rakı bardağı” arasında geçmiştir. 4 gündür kurtulmayı bekleyen ana karakter olan “Şarap kadehi” de evde benim onu yıkamamı bekliyor şu anda. Bu yazıyı yazarken onun adına çok üzüldüğüm için bu akşam onu bu dertten kurtaracağım hiç merak etmeyiniz J
C.Y.

GERGİN


Ortamdaki gergin hava kokusunu hissedebiliyor musunuz? Etraftaki gerginliğin sebebi merkür’ün geri gitmesinden midir. Yoksa başka bir şeydenmidir anlamadım açıkçası. Ama havada aşk kokusu yerine gerginlik kokusu olduğu çok belli.
Sen gerginsin diye beni de geriyorsun, ben senin yüzünden gerildiğim için gidip başkasını geriyorum. O başkası da inşallah bulup seni gerer emiJ
Ne olmuş yani ufak bir hata yapmışsam. Ne var yani “H” harfli bir kişinin ismini yanlışlıkla başka bir “H” harfli kişi olarak yazmışsam. Ne oldu. Tüm işler çöpemi gitti acaba. Yoksa artık yarış yapamayacak duruma mı geldik. Bu ufak hata ile tüm işleri mahvetmişim gibi laf sokmana ne gerek var J
“Kusura bakma o maili yazarken delirmiştim” diyemiyorsun tabi iş hayatında, yuvarlanıp gitmek zorundayız işte. Senin huysuz suratını çekmek ve şeker durumunu hissetmem gerekiyor.
Zaten sabah uyuya kalmışım… Sen bilir misin yataktan fırlayarak hazırlanıp gözlerin henüz açılmadan ofise gelmenin ne demek olduğunu. Ama kapalı gözlerimi 1. Gerginin maili ile açmış oldum, 2. Gerginin maili ile de cin gibiyim maşallah J
İtiraf etmek gerekirse bu blogtaki hedefimi tamamlayamayacağım sanırım. Ya da belki 5 yılda falan anca biter bu sayı. Çünkü hiç yazasım yok.
Çünkü hiç bir şey hissetmiyorum…
C.Y.

23 Kasım 2011 Çarşamba

YEMEK YAPMAK


Dünkü yazımı okuyanlar artık anlamışlardır ki artık DELİRDİĞİM için dünyayı umursamıyorum. Umursamadığım içinde kahkaha boyutumda bir artış oldu elbette ki.
Bundan sonra garip melankolik hallere bürünmeyeceğim için bu blogu acaba Yemek blogu haline getirsem mi diye de düşünmeye başladım açıkçası. Güzel olmaz mı bir delinin yemek blogunu okumak.J
Dün akşam benim için çok özel olan misafirlerimi ağırladım evimde. Misafir tabaklarını özenle çıkartıp her şeyin istediğim gibi olması için sürekli içimden dua etmeye başladım. Kısacası o kadar stres yaptım ki yemeğin sonunda suratımda sivilce çıktı !Ama kendilerinin beklentilerini düşük tutarak masanın karşısında dumur olmalarını sağlamayı başardım J
Yemeğe gelen sevgili misafirlerimize içeri girdikleri andan itibaren görev dağılımlarını yaptım. Benim birinci görevim dağ gibi eski bulaşıkları yıkamak ve tezgahta boş yer açılmasını sağlamaktı. Sevgili diğer arkadaşımı da tuvaletin lavabosunu açıp temizlemesi için eline verdiğim cif ve lavabo açıcı ile wc’ye gönderdiğimi aslında size söylememem gerekiyor sanırım.
Bu sırada boş durmayan diğer arkadaşımda evin çöplerini toplamış ve şömine yakma görevini üstlenmişti. (Kısacası asıl amacım oyun gecesi ayağına arkadaşlarımı her Salı eve çağırıp temizlik yaptırmak kesinlikle değil! J)
Bu kadar heyecan yapmış olmamın sebebi bu ölçülerde bir yemeği daha önce hiç yapmamış olmamdır. Birde gelen misafirlerin 1’i büyük diğer 4’ü küçük gurmeyse o zaman işiniz gayet zor bir hal alabiliyor. Ama nihayetinde yemek işinden alnımın akıyla çıkmış olmamdan dolayı egomun tavan yaptığını itiraf edebilirimJ Ayrıca büyük gurme salatamın “Çok güzel “ , noodlesımın ise “Fena değil” olduğunu söylediğinde o kadar sevindim ki.
En iyisi ben size büyük gurmenin dediklerini tercüme edeyim. “Fena değil “ demek “Çok güzel” demek. “Çok güzel” demek “daha önce hiç böyle muhteşem bir salata yememiştim demek” yada ben öyle anlamışta olabilirim J
Ve itiraf etmeliyim ki psikoloğa gitsem ve tüm derdimi anlatsam, ya da beynimi açıp tüm gereksizleri çıkartsam bu kadar rahatlayamazdım. Mutfaktaki halimizi videoya çekip izletmeyi çok isterdim. Taze soğanlar çatır çatır doğranırken tüm hıncımı aldığımdan eminim…
Yemek yapmak aslında yaşamak gibiymiş. Yani 25 dakikadır süzgüde bekleyen noodleslar yapıştıktan sonra gerekli özen ve sosu koyduğunuzda tam olarak olmasını istediğiniz kıvama gelebiliyormuş demek ki. Ya da fırına koyduğunuz zeytinyağlı ve sarımsaklı ekmeklerinizin yanmaması için içgüdüsel bir hareketle fırını kapatabiliyormuşsunuz. Makarnalar, soğanlar, salata malzemeleri mutfakta havaya uçuştuktan sonra tüm tezgahı tertemiz hale getirebiliyorsunuz mesela.
Yemek olayını bu kadar anlatıp “Dost kazığından” bahsetmemem ayıp olur herhalde. Öncelikle Şömine iyice alevlendirilir. Yemek masası salona getirilir. Tv maç modunda açılır, Önce okey oynanır ve kaybedilir ! daha sonrada dost kazığı oyununa başlanır J
Daha önce bu oyunu nasıl oynamadığıma çok şaşırdım. 6 kişinin birbirine kağıtlar vererek kazık attığı bir oyunun bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kazıklar esnasında “sana elim varmıyor” diyen kişiye sesleniyorum. “O kazığı bana atmicaktın” !!!
Bu oyunda benim kazanmam, en çok kazık attığım anlamına gelmez herhalde !! Ama strateji konusunda başarılı olmama veriyorum başarımın sırrını. J
Kısacası Yeni DELİ hayatımdan çok memnunum. En büyük derdim ocaktaki yemeğimin altının tutması olur inşallah J
C.Y.



21 Kasım 2011 Pazartesi

İNANÇ


Dün akşam hiç tanımadığım bir çiftin nişanına gittim. Sırf babama uyku sersemiyken söz verdiğim için gitmek zorunda kaldım daha doğrusu. Ama iyiki de gitmişim. Yol boyunca araba kullanırken sürekli zihnimde kendi nişanımı canlandırdım. Şu da gelir, şuda gelir. Aa onu unutmamalıyım. Kahveleri şu yapar, konuşmayı bu yapar, sonra şöyle yaparız diye güzel güzel hayaller kurarken bir anda sevgili “Egom” kapa çeneni, bırak bu hayalleri ve araba kullanmana geri dön dedi… L
Ve bende onu dinleyerek her zaman ki gibi hayalimdekileri kenara atarak (Negatif gerçeklerimle yüzyüze kalarak) böyle olağandışı ! şeyleri düşünmekten vazgeçtim…
Emin olun 2012 yılında foton çağına girmekle, 2012 yılında benim nişanlanabileceğim arasında hiçbir fark göremiyorum. Sanki ikisi de olması mümkün ama bir o kadar da ütopik bir durummuş gibi nedense. İnsanın inancını yitirmesinden kötü ne olabilir ki ? Yani aslında inanmak istiyorsun ama içinde bir yerlerden, böyle bir şey galiba olmayacak diye konuşan biri ve birileri varken şöyle sonuna kadar gönül rahatlığıyla “İnanamıyorsun” bile. Çünkü şevkin kırılmış bir kere, bu tarz güzel durumların senin dışında dünyadaki herkesin başına gelebileceğine inanmaya başlamışsın işte…
Galiba inancımı geri kazanmak için inandığım şeyleri çöpe atmalıyım. Her seferinde benim inancımı yok eden insanlar varken zaten inanmakta zorluk çeken “Ben” yeterince inançsız bir hale bürünüyorum. Gün geçtikçe hayal kuramaz hale geldiğimin de farkına vardım açıkçası. Eski “UMUT” dolu ben gerçekten ütopik hayaller kurar ve bunlardan mutlu olur ve gerçek olabileceklerine inanıyordum. Oysa şimdi bir nişan hayalini bile kuramaz oldum…
Nişanlanan çift, 1 kaç yıl önce yılbaşında bir trafik kazası geçirmiş. Ve kazanın sonunda kız beyin fonksiyonlarını kaybetmiş. 1 yıl boyunca yatakta yaşamış. Konuşamadan ve kendi işini göremeden yaşamanın kendisi ve çevresi için ne zor bir durum olduğunu hissedebilmişsinizdir. Benim etkilendiğim konu, kızın azimle rahatsızlığını yenmesi ve sağlıklı bir şekilde ayağa kalkması ve erkeğinde bu dönem boyunca onu hala “Severek” yanında olmasıydı.
Ve onların nişan törenlerine baktığımda hala böyle şeyler var mı ki bu hayatta dedim kendi kendime. Ben şu sağlıklı halimle böyle bir şeyin gerçek olabileceğine inanamıyorken onların yaşadıkları gerçekten fantastik bir rüya tadındaydı benim için. O çift sevgilerine inandıkları için bugüne kadar gelebilmişler. İnandıkları için çocuk beklemiş ve kızda ayağa kalkmış. Oysa ki benim gerçekten inancım çok azaldı. Artık bir ailem olacağı gerçeğinden uzaklaşmaya başlıyorum galiba. “Sıra sana geldi” diyenlere eskiden inşallah derken şimdi sadece o alaycı gülümsememi yapıyorum.
İçimden de konuşuyorum elbet! Yüzlerce kelime ile gayet uzun cümleler kuruyorum. Kendi inançsızlığımı kendime inandırabilmek için.
Çünkü galiba hayalimdeki doğru insan kayıp şehir Atlantis’te yaşamıştı zamanında. Ve benim nişanımda inancımla birlikte sulara gömülmüş demek ki…
Kısacası bu günlerde gayet inançsızım. İnanmayı çok istiyor ama bir türlü beceremiyorum. Çünkü zamanında inandığım her şey yıkılmış ve bu nedenle bende böyle güzel şeylerin olabileceğine inanmak yerine kötü şeylerin olabileceğine inanıyorum artık.
C.Y.

FOTON ÇAĞI


Şuan elime Foton çağı ve 21 Aralık 2012 tarihinde geçeceğimiz yeni 2000 yıllık döneme ait bir çalışma geçti.
Kısacası Aman Yarabbi demek istiyorum!!!!
 Uzun zamandır konuşulan şu 2012 dünyanın sonu ve foton çağı ile ilgili hepimizin az çok fikri vardır. Buna inanmayanlarda böyle bir hurafenin gerçek olmayacağını düşünerek bu fikri hiç düşünmeden kenara atanlardır. O insanlardan bahsetmem gerekirse, Uzaylıların varlığına inanmazlar, beyin gücüne inanmazlar, “Görmedikleri” her şeyi reddederler ama “Allah’a” inanırlar… gibi sığ bir dünyada yaşayarak faturalarını ödemeye çalışırlar işte J kısaca yuvarlanıp giderler.
Bu Foton Çağı gerçekse eğer !! ki bence olması gayet ihtimal söz konusu bir durum.. O zaman tüm hayatımız, düşünce sistemimiz, DNA’mız, Dünyamız, sağlığımız ve kısaca her şeyimiz değişecek. Söylenenlere göre 21 Aralık 2012 günü başlayacak bir karanlık devre ve ardından gelecek acayip bir aydınlık dönem olacakmış. Düşünsene çakralar açılacak, tüm duyu organlarımız daha fazla aktif olacak ve sanırım en garip olanı da zihinler okunabilecek.
Aslında tüm bunlar çok güzel de ah o zihin okunmasa daha iyi olurdu da neyse artık. Düşünsene toplantıdasın ve karşında sevmediğin o kişi duruyor. Ve sen onunla ilgili içinden tam saydırıyorken.. Bir anda kafasını çevirip oda sana saydıracak… Belki de işle ilgili başın belaya girecek. Peki ya sevgili ilişkilerimizde nasıl olacak. Benim onun suratına bakarken gülümsediğim bir esnada içimden söylediklerimi duymasını hiç ama hiç istemezdim açıkçası. Ama sanırım her şey açığa çıkacağı için daha rahat edebiliriz. Herkes herkesi bilmiş ve anlamış olacak işte.
Ben 2012 yılında bir değişiklik olabileceğine inanan insanlardanım. Etrafımıza baktığımızda bence bazı farklarla bizi bu duruma hazırlıyorlardır belki de. Örneğin… bundan 20 yıl önce kişisel gelişim kitapları yoktu.. Ama o zamanlar insanlık olarak “cinnet”te geçirmiyorduk. Televizyonu açtığınızda ve haberlere baktığınızda “insanlığın” deri değiştiren bir yılan gibi acı çekerek kıvrandığını görebiliyoruz.
Çok heyecan verici bir döneme gireceğimiz kesin, Bence her şey mükemmel olacak. Bu nedenle herkesin bu döneme hazırlanması gerekiyormuş. Bilinçlerimiz açıldığında “İnsanlığın” yaşayacağı kaosu gözünüzün önüne getirir misiniz lütfen. Herkesin bilinci açık olacak. Ve hiç bir şey “gizli kalmayacak”. Düşünsene tv ye çıkıp demeç veren sevgili politikacılarımızın konuşmaları esnasında aslında beyinlerinden geçen kötü düşünceleri okuyabildiğini!!!  Yada dost bildiğin bir insanın seninle ilgili kafasından geçen fikirleri okuyabildiğini bir düşün. Bence süper olacak bu iş. Tüm kötü fikirli kişiler eleminasyona uğrayacaklar J
Ama tahminimce bilinci açılacaklar bu düzeye erişmiş insanlar olacağı için belli bir kesim bu olayın gerçek olmadığına inanacak ve bundan dolayı bu zihin açılma durumunu yaşayamayarak başkalarının zihnini okuyamayacak ama kendi zihinleri okunabilecek…
Ben 21 Aralık 2012 gününü sabırsızlıkla bekliyorum. 5 günlük zor ve karanlık bir dönemin sonunda gerçek aydınlığa ulaşacağımız o muhteşem “foton çağına” ulaşmış olacağızJ Ve belki o zaman beynimizin sadece % 10’unu kullanmak yerine geri kalan %90’ını da kullanabiliriz.
C.Y.

18 Kasım 2011 Cuma

SUS


Bugün KONUŞMAK istemiyorum. Ve ayrıca DİNLEMEKTE istemiyorum. Ama istemediğin ot dibinde bitermiş ya aynen öyle bir durum yaşıyorum. Tamamiyle sessiz geçmesini dilediğim günümde birileri ofise gelip benimle muhabbet etmeye çalışıyor. Aslında ortada bir muhabbet yok ! O konuşuyor ben dinliyorum. Aslında dinlemiyorum bile. Bana ne senin bilmem ne alerjinden ? bana ne senin kayınvalidenin başına gelen tansiyon rahatsızlığından ve bu rahatsızlığı nasıl kurtardığından ? Bana ne senin eşinin “Başarısı” sayesinde yaptığı bir şeyden ? Ofise fax çekmeye gelmişsin. Faksını çekeyim ve git mümkünse ! Benim senin faksını çekebilmem için senin benimle illa muhabbet etmen gerekmiyor.
Ayıp olmasın diye suratına bakıp kelimelerinin arasında kafamı sallıyorum. Daha ne istiyorsun? Ve diyorum ki şu an bilmemne ağrım var kusura bakma sessizim bugün. Ayy bu lafı demez olaydım. Bana aspirinin bilmem kaç faydasını anlatacağını nereden bilebilirdim ki! Hani böyle konuştun konuştun ya, yok şu ağrıda bunu kullan, bilmem neyi bilmem neye karıştır sonra bilmem ne kat içine hergün 1 kaşık iç hiçbir şeyin kalmaz dedinya. Ha işte tam sen bu cümleleri kurarken benim ağrım arttı biliyomusun. Artık o söylediğin karışımı yapsam ne fayda olur ki sen susmasını bilmiyorsan…
Bu nedenle yalvarıyorum artık bir kişi daha gelmesin ofisime. Biraz samimiyetim olsa derim hiç konuşasım ve dinleyesim yok kusura bakma diye . Ama az samimi olduğun ve görünce öpsemmi öpmesem mi tedirginliği yaşadığın insanlar var ya!  ne varsa onlardan çekiyorum zaten. 
Ve bu durumda huzurun o kişinin dudaklarının arasındaki lafların bitmesini beklemeye bağlı oluyor. Sen kovamıyorsun çünkü AYIP OLMASIN diye. O da gayet güzel gelip karşında konuşuyor işte, Şu kadar güzel bilmem ne yaparım, Eşimde şu kadar başarılı, ben hep hayat kurtarırım, Ben şu kadar mükemmelim bu kadar sağlıklıyım. Bak seninde mükemmel ve sağlıklı olabilmen için bunu bunu yapman gerekiyor. Bunları yap ki benim gibi olasın… Hadi be cnm sen git ben emin ol daha iyi olacağım.
Kusuruma bakmayın. Ama kendini ve ailesini öven insanlardan haz almıyorum. “Ben var ya ben , Ha işte, aslında bu etrafta gördüğün her şeyi yarattım ama işte onu dersem yemezsin diye bunları söylüyorum sana. Aslında yiyeceğini bilsem emin ol bu dünyayı ben yarattım demeyi çok isterdim J
Bir insan çok mutluysa ve çok başarılıysa bu konular üzerine konuşmaz. Çünkü aklına bile gelmez mutluluğu ve başarısı hakkında konuşmak. Ama eksikleri varsa eğer sürekli tekrar eder, tekrar eder ki kendi de inanabilsin “Evet ben mutluyum , evet ben mutluyum, Wuhuu işte mutluyum ben ayol”
Bu nedenle lütfen çırpınmayınız. Herkes herkesi biliyor ne de olsa.
Hem senin güzel çenene yazık, hem benim güzel beynime yazık be ablacım…
C.Y.


ÖYLESİNE


Günaydın,
Bu yazılarımı evde akşam saatlerinde yazabilecek donanıma sahip olsaydım şu anda 40. değil 140. yazımı yazıyor olabileceğimden eminim. Ama kendi kendime söz verdim. O hiçbir şeyi yüklenmemiş salak bilgisayarla bir daha yazı yazmayacağıma L (Yeni aldığı bilgisayarına program yükletmek yerine kullanmamayı tercih eden kişi; işte o benim…)
Benim beyin ve duygu fonksiyonlarım akşamüstü 5 gibi çalışmaya başlıyor nedense. Gündüz vakitlerini pek fazla verimli geçiremiyorum.
En son yazdığım “Mutluluk” yazısını okudum. Ne mutluymuşum beaa J şu anda sadece uyuşmuş hissediyorum kendimi. Herhangi bir duygu taşımıyor gibiyim. Uyku ve gerçek arasında olduğum içinde böyle hissediyor olabilirim aslında. Ne mutlu ne mutsuzum. Tam ortada boş boş ekrana bakıyorum.  Şu an da çok önemli bir olay olsa bile şaşırıp suratımda mimik yapacak bile halim yok açıkçası. Ağzımdan aaa ünlem ifadesi de çıkmayacaktır. Sadece donuk gözlerle olayın olduğu yere bomboş bakabilirim…
Bitki gibi yani.. Böyle dallarımı koyvermişim kenarlara, taşımaktan yorulduğum için mi yoksa güneşin sıcaklığından uyuştuğum için mi bilmiyorum. Siesta yapar gibi J
Bu yazıyı yazmamın sebebi sonunda ne yazacağımı bulmak içindir. Şu anda nötr bir durumda olduğum için, yazı yazarken de bazı duygularım ortaya çıktığı için, yazının sonunda pozitif veya negatif bir ruh haline bürüneceğim. Ve bürüneceğim ruh halim öğleden sonraki yazacağım 2. yazıma kadarki ruh halim olarak devam edecektir…
Başladığı işi “ilk defa” bitirecek biri olarak ! ben geri kalan 325 yazıyı nasıl yazacağımı kurmaya başladım yine. Şu anda eski günlerdeki gibi spider solaiter oyunumu açmış derin düşüncelere dalmış olabilirdim. Ben oyun oynarken kağıtlara odaklanan biri değilim sanırım. Çünkü o sırada kimlerle kavga ediyorum kimbilir. Bu nedenle kaç yıldır her gün saatlerce oynadığım oyunu sadece günde 3 kere açabiliyorum.( Bu 3 kerede düşünmekten vazgeçip dilek dilediğim anlarda oluyor. Malum o dileğin olabilmesi için o kartların açılması gerekiyor ve ben buna odaklanarak ne olursa olsun o kağıtları açabiliyorum)
Eee yazıyorum ama bir duygu gelmiyor ?
O zaman bir şey anlatayım. (Malum ofiste yalnızım konuşacak kimsem yok L)
Teniste mental eğitim ile ilgili bazı alıştırmalar okumuştum. Önemli bir turnuvaya 15 gün kala eteklerim tutuşmuş ve uzuuun zamandır tenis oynamaya ara vermiş biri olarak sihirli bir değneği kendime değdirtip turnuvayı kazanmayı planlamıştım !! (Şimdi bakınca ne kadar umut dolu biriyim hala J ) Fakat tenisin daha çok mental bir spor olduğunu bildiğim için psikolojik güç elde edebilmem için eksiklerimi bulmak ve bunun üzerine alıştırmalar yapmam gerekiyordu. Kısacası maç heyecanımı gidermem gerekiyordu. Çünkü ne zaman turnuvaya girsem kortta tüm vücudum titremeye ve kalp atışlarım normalden daha fazla atmaya başlıyordu. Fiziksel olarak turnuva dışında olan ben ile o korttaki kişi çok farklı olabiliyordu.
 “Hayatınızdaki en mutlu anınızı bulup heyecanlandığınız an bu anı düşünerek vücudunuza bu kodu göndererek rahatlama pratiği yapmalısınız diyordu.”okuduğum kitapta,,,
Buraya kadar her şey süper. Fakat hayatımın en mutlu anını bulamadım !! Düşündüm, düşündüm ve yine düşündüm fakat o anın hangisi olabileceğine bir türlü karar veremedim. Sonrada içlerinden bir tanesini seçmem gerektiğini düşünerek imgelememi tanımladım.
-17 Temmuz bilmem kaç yılında sevgili kankamla Gökova’da gece 3’te denize girerek, suyun altına yüzerken gözlerimi açarak dolunayın muhteşem görüntüsünün gözüktüğü anı aklıma getirdim.-
Bu durumda; ya hayatımda çok mutlu anım var ve ben bunlardan hangisinin en mutlu an olduğuna karar veremedim. Yada çok fazla mutlu anım yok en mutlusu da bu herhalde demiştim…
(Bu arada imgelemem hiçbir işe yaramamış ve kortta yine kendimi ıslak kedi yavrusu gibi hissetmiştim… Ama sonraki turnuvalara katılmaktan vazgeçmeyerek turnuva heyecanının daha çok turnuvaya girerek çözüleceğini bulmuş oldum J bu mutlu anda bana kar kaldı işte..)
Yazımın sonunda da gözüktüğü gibi gülümsüyorum…
C.Y.


16 Kasım 2011 Çarşamba

MUTLULUK


Hani bazı günler vardır, böyle sabah güzelce uyanırsın, Kalkman gereken saatten daha erken kalkma isteği duyar ve alarmı zevkle kapatırsın. Kalkıp güzelce giyinir ve güne başlarsın. O gün içtiğin sabah kahvesinin tadı, dinlediğin müziklerin sırası, baktığın camdan gördüğün manzara bile farklı gelir ya, İşte öyle bir gün yaşıyorum. Bu mutluluğumun yazısını yazmak için akşamüstü olmasını bekledim. Çünkü geçici bir ruh hali olmasından korkmuştum açıkçası…
Ama 15:47 itibariyle hala mutluysam o zaman bugünümü “mutlu gün” ilan edebilirim demektir.
Mutlu olmam için hiçbir sebep yok aslında. (Yani güzel şeyler duymadım, güzel bir teklif almadım, ya da piyangodan para da çıkmadı, mükemmel bir yemek bile yemedim aslında ) Ama mutlu olmanın bir “Duygu” meselesi olduğunu yeni öğrenenlerdenim.  Mutluluk “sebepsiz” yere gelen bir duyguymuş.
Öğlen yemeğinde kuru fasülye olması ve hoşlanmadığım birkaç kişiyi görmem bile benim mutluluğumu kaçıramadı açıkçası J
Galiba duygularımızı karıştırıyoruz. Örneğin işte terfi aldığımızda, maaşımıza zam geldiğinde, sevgilimizden güzel bir teklif aldığımızda veya çok istediğimiz bir eşyayı aldığımızda mutlu olduğumuzu zannediyoruz. Yani bu saydığım gibi durumların olmadığı durumlarda mutsuz olmayı kabul ediyoruz demektir ! Mutluluğumuzu bir şeylere endeksleyerek mutlu olma şansımızı dış faktörlere bağlı tutabiliyoruz. Demek ki bu iş olursa mutlu ,olmazsa mutsuz olacağım. Ama yeni öğrendiğim bir duruma göre bu olayların olması durumunda biz aslında “tatmin” oluyormuşuz. Maaşına zam gelmesi veya işte yükselmen senin tatmin olma duygunu harekete geçiriyormuş. Yani gerçek mutluluk duygusu değilmiş o anki coşkumuz.
Çok iyi hatırlıyorum. Bir yaz mevsimi ben küçük bir çocuk olarak dalışa gidebilmek için babama resmen yalvarmıştım. Ve babam beni kırmayarak ertesi gün için gitmeyi kabul etmişti. O kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. O anda dünya üzerinde benden daha mutlu bir insan olmadığını hissetmiştim… Fakat şansıma ertesi gün hava bozmuş ve tekne çıkmamıştı. O anda dünya üstünde benden daha mutsuz bir insan olmadığını hissetmiş ve tüm gün bunalımda geçirmiştim. İşte mutluluğumuzu böyle dış faktörlere (Havanın durumuna, sevgilimizin ruh haline, patronumuzun şeker durumuna) bağlı tutarsak mutsuzluk oranımızda gittikçe artmaya başlıyormuş demek ki !
Hepimiz biliriz. Mutluluğun saklandığı o meşhur yeri, Yok kaf dağı denmiş olmamış, yok denizin dibi denmiş oda olmamış. Sonrada bir akıllı o meşhur yeri söylemiş ve mutluluk içimize konuverilmiş işte. Ama biz insanlar içimize bakmak yerine kaf dağına çıkmayı tercih edebilen varlıklar olduğumuz için sürekli unutuyoruz. “Nerde ayol bu mutluluk. Tamam içimde ama en son nereye koyduğumu hatırlayamadım şimdi :)
Benim mutluluk duygusunu hissedebilmek için yaptığım birkaç alıştırma var. (Elbette ki mutluluk için de idman yapılmalı) Öncelikle her şey için “Teşekkür etmek” ve sonra da “Şükretmek”. Bu iki maddeyi yaptığınızda içinize bir sıcaklığın dolduğunu hissedebilirsiniz.
Eğer “Şükretme” konusunda sıkıntınız varsa bir tavsiye. Nat Geo Wild kanalını açınız. Ve orada çıkan herhangi bir belgeseli dikkatle izlemeye başlayınız. Belgeselin sonunda “İNSAN” olduğunuza ve kafanızı sokabileceğiniz bir eviniz olduğu için ŞÜKREDECEKSİNİZJ
C.Y.



TARİHE YOLCULUK

İzmir’in altında 2500 yıllık bir tünel olduğunu biliyor muydunuz ?  Zaten biliyorsanız tebrik etmek isterim ama ben bunu bugün öğrendim. Roma döneminde yapılan bu tünelin “Agora’dan Kadifekale’ye “ kadar olduğu belirtilmiş bir sitede. Benim okuduğum kitapta da saat kulesinin altına kadar olduğu yazılmıştı.


Aynı şekilde bildiğim kadarıyla Bodrum’da Mausoleum tapınağından Kale’ye kadarda bir tünel var. Babamın işi nedeniyle küçükken oyun alanlarım ya sokak ya da tarihi mekanlardı. Mausoleum içinde kendi kendime oynadığım saklambaç oyununda bir giriş kapısı görmüştüm, Babama sorduğumda bu giriş kapısının kaleye kadar uzanan bir tünelin kapısı olduğunu söylemişti.
Bodrum Kalesinin, dünyanın 7 harikasından biri olan yaklaşık 50 mt uzunluğundaki Mausoleum tapınağının deprem ile yıkılmasından sonra, buranın taşları ile yapıldığını da belki biliyorsunuzdur. Muhtemelen bu taşları kaleye ulaştırmak için Sen Jan şövalyeleri bu tüneli kullanmışlardı…
Belki de Çin’deki Terra Cotta ordusunu da duymuşsunuzdur. Ben sanki bir yerlerden duymuştum ama gerçek olup olmadığını hatırlayamadığım için bugün ilk defa araştırdım. Çin Hükümdarı Qin Shihuang tarafından yapılan bu ordu bence dünyanın 8. Harikası olarak kayda geçmeli…
Okuduğum kitaptaki bilgilere göre( bilimsel gerçeklik olmayabilir) Qin Shihuang başarılı bir hükümdar olmasına rağmen ölümsüz olmayı arzu eden biriymiş. Fakat öleceğini bildiği ve ölümden korkusundan dolayı öldüğü zaman, tüm ordusunun da öldürülmesinin emrini vermiş. Fakat yardımcıları böyle bir durumun ayaklanmalara ve karışıklıklara neden olacağını belirterek tüm ordunun pişmiş toprakla birebir olarak yapılmasını teklif etmiş ve hükümdar bu fikri kabul etmiş. Hatırladığım kadarıyla bu heykellerin yapımı 30 yıl sürmüş. Ve hükümdar öldüğünde tüm ordusu, değerli eşyaları, atları ve savaş malzemeleriyle birlikte bu mezara gömülmüş… Kitaba göre ölümünden sonra geçen hükümdar bu heykelleri yapan tüm sanatçıları öldürtmüş…
Ve 1920 yılında tarlasını kazarken şans eseri bir köylü tarafından bu heykeller görülmüş fakat köylü durumdan korktuğu için açtığı yeri geri kapatmış !! 1974 yılında başka bir köylünün su aramak için kazdığı delik sayesinde bu orduya ulaşılmıştır.
Trajikomik bir şey anlatmak istiyorum. Bundan 2 yıl önce Milas’ta dolaşırken tapınağa benzer bir yere girmiştik. Ortada tapınağa benzer bir yapı ve etrafında da gece kondular! Tarihi taşların üzerinde “seni seviyorum” yazıları vs. Sanırım 1 yıl önce emniyetin araştırması sonucunda “İnternetten tarihi eser satmaya çalışan kişiler” yakalanmıştı. Bu kişiler Tarihi tapınağın üstündeki bir gecekonduyu satın almışlar! Ve satın aldıkları evin tabanından uzuuun bir süredir yavaş yavaş kazı yapıyorlarmış Hatta mermer bloğu yuvarlak bir şekilde delmiş ve muhteşem bir mezara ulaşmışlar… Mezar, şu meşhur Mausoleum’un babası Kral Hekatomnos’a aitmiş. Kim bilir mezarın içinde neler neler vardı. Şuan halen kazıları devam ediyor ve kazılar bittikten sonra açık müze şeklinde sergilenecek.
Tarihle ilgili öğrendiğim ve gördüğüm her şey nefes alıp verişimde değişikliğe sebep olabiliyor.  Yani o zamanlarda nasıl bir teknoloji ile o taşları o şekilde kestiniz ? Hadi kestiniz nasıl üst üste koyabildiniz?


Demem o ki tarihe yolculuk yapmak için biraz etrafınıza bakmanız yeterlidir J
C.Y.
NOT: Bu yazıda yazılanların hiçbir bilimselliği yoktur. Sadece benim görüp duyduklarımdan oluşuyor. Paylaşmak istedim sadece J